Hoşça Kal Abla

ve

Merhaba Hasan Hakkı Erdoğan

Emrah Cilasun

Algül Umutlu’nun, Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşı anlattığı Hoşça Kal Abla[1] adlı kitabını nihayet bitirdim. Kaypakkaya ekolünden gelen bir tarih araştırmacısının gözüyle iki önemli noktayı bu yazıda okuyucuyla paylaşmak isterim:

– 50 senelik Kaypakkaya ekolünün kolektif hafızaya olan ihtiyacı

– Hoşça Kal Abla’nın düşündürdükleri

Kolektif Hafıza

Büyük hareketlerin, akımların ya da partilerin sorunları da büyük ve ağır olur.

Burada mevzubahis olan Türkiye solunun herhangi bir fraksiyonu değil.  Bilakis, burada büyük ve ağır sorunların öznesi, İbrahim Kaypakkaya’nın 1972’de kurduğu ekol. Her ne kadar İbrahim Kaypakkaya kendi hareketini kurduktan on bir ay sonra devlet güçlerince yakalanıp, katledilse de ve her ne kadar kendisinden sonraki önderlikler, İbrahim Kaypakkaya’nın vizyonuna sahip olamasalar da bu ekolün kuruluş programında sahip olduğu derinlik ve bunun üzerinde şekillenen büyüklükten kasıt, şu iki unsura tekabül etmektedir: Soğuk Savaş’ın tam ortasında, temsil ettiği Maoculukla, 1970’ler ve 80’ler boyunca, Türkiye’de ve dünyada (başta Batı Avrupa olmak üzere Libya ve Avustralya’da) hatırı sayılır bir kitleye nüfus etmesinin yanı sıra, bulunduğu coğrafyada ender bir konuma sahip olmasıdır. Zira bugün, eldeki zengin literatür sayesinde Kaypakkaya ekolünün, Kıbrıs (KKP/ML), Filistin (Demokratik Cephe), İran (Sarbedaran) ve Afganistan (Şolecavid/Sama) devrimcileriyle ilişkisi ve etkileşimini bilmekteyiz.

Keza eldeki zengin literatüre bakıldığında Kaypakkaya sonrası bu ekolün devam ettiricilerinin, düşmana nazaran, sahip olunan etkiyi ve boyutu hiçbir zaman idrak edemedikleri ve hatta farkında olamadıkları da görülmektedir.[2] Tüm bölünmelere, alınan darbelere, siyasi ve ideolojik geriye düşmelere ve dünyanın alt üst oluşlarına rağmen, muazzam bir kendiliğindenlikle idare edilen Kaypakkaya ekolü, bugün irili ufaklı bir dizi gruba ayrılmış olsa da kitleler nezdinde kurucusunun sahip olduğu köklü etki ve itibarla, taktire şayan bir feda ruhu sahibi kimi kadro, savaşçı ve sempatizanı sayesinde 50 seneyi devirmiş bulunmaktadır. Kaypakkaya ekolü başka coğrafyalardaki muadilleri gibi tamamen kendisini feshedip, yok olabilirdi (mesela Şili Devrimci Komünist Partisi gibi) ya da iktidara gelmesine ramak kala devrimi satıp, sistemin teveccühü ile hükümet de kurabilirdi (Nepal Komünist Partisi (Maoist) gibi). Evet, ama öte yandan bu boyutlarda olmasa bile benzer biçimlerde her iki uç örneğin uçurumun kenarına geldiği de bir başka gerçektir.

Şimdi de gelelim yukarıda bahsettiğimiz sorunların “ağır” olan boyutuna. Tabii ki, rüzgâr gibi geçen 50 senenin muhasebesinde, münakaşanın temerküz noktasını, mevcut önderliklerin siyasi ve ideolojik hatları belirlemektedir. Bu münakaşa elbette devrim yapma sorumluluğunu üstlenen komünistlerin öncelikli görevidir. Lakin, dünya komünist hareketinin ve genel olarak siyasi tarihin 50 yıllık bir parçası, bir aktörü konumundaki Kaypakkaya ekolünün aynı zamanda, sosyal bilimlerle alakadar olan akademisyenler, amatör ve meslekten tarihçiler, yazar ve sanatçılar tarafından da araştırılmayı hak ettiği bir gerçektir. Ve bu gerçek, her ne kadar tali plana düşse de yapılacak bir muhasebe için siyasi ve ideolojik hatların hayattaki karşılıklarının bulunup çıkartılması için bir manivela rolünü görebilir. 50 seneye dönüp baktığımızda, Kaypakkaya ekolünün (ayrım gözetmeksizin tüm fraksiyonları kastediyorum) en büyük sorunlarından biri hafıza sahibi olamaması ve nesilden nesile tecrübeleri aktaramamasıdır. Halbuki, başta siyasi ve ideolojik bir muhasebe olmak üzere tüm diğer araştırmalar açısından da ana ve alt başlıklara sahip araştırma ve incelemeler bu tecrübeleri mercek altına alabilir.

Dikkat edilirse burada yöntem ve yaklaşım açısından “sosyoloji” kavramını kullanmaktan imtina ediyorum. Son yıllarda bilir bilmez, herkes tarafından dillere pelesenk olan “sosyolojinin” aslında ve özünde bu verili toplumda, herhangi bir hakikate ulaşmak açısından faydalı olmayacağını düşünüyorum. Marksist teorinin karşısına burjuvazi tarafında gayet bilinçlice çıkarılan bu “bilime” dair, uzun olması pahasına Prof. Dr. Yücel Sayman’ın şu sözlerini hatırlatmak isterim:

“‘Türkiyeli solcu aydınlar’da dünyadaki sosyalist hareketleri, sosyalist devrimlerin başarılarını ve başarısızlıklarını, kendi dünya görüşlerinin tutarlılığını, özellikle yaşadıkları toplumdaki çelişkileri, çıkmazları, yapılanmaları, olası çözümleri, mücadele yolları ve biçimlerini, geleceğin toplumsal kurgusunu tartışırken, bilimsel düşünceyi irdelerken dile getiriyorlar. Böyle olması da gerekiyor. Böyle olduğu için de yadırganmaması gerekiyor. Ben yadırgamıyorum, yaşama yönelik bu tartışmanın dinamizminden heyecan duyuyorum. Ancak yadırgadığım olgu, haklılığı dar bir çevre ve çerçevede kalsa da su götürmez olan bu eleştirinin ‘bilim’ ilan edilmiş sosyolojinin kendi yöntemiyle toplumları geçmişten günümüze, günümüzden geleceğe ‘tahlil’ etme yeteneğine kavuşmuş sosyologları tarafından getirildiği durumdur. Çünkü, çoğu Marksist gibi ben de böyle düşünüyorum, sosyoloji tarih sahnesine  kendi yöntemini bilimsel düşünceyle, bir bakıma tarihi ve diyalektik materyalizmle değiş tokuş ederek yaptığı analizler, ilkelere dayalı gerçekleştirildiği söylenen irdelemeler ve pragmatik çözümler, önermeler sürecinde burjuva toplumlarının, bu toplumlar değişik siyasi sistemlerle yapılanıyor olsalar da meşruiyetlerini kapitalist üretim ilişkilerinin bütünselliğinde sürdürebilmelerini sağlamak amacıyla ‘keşfedilmiştir’.”[3]

Velhasıl, yanlış bir dünya görüşünün prizmasından “a priori” (deneyden önce) bir adımla, “sosyolojik” bir rotada Kaypakkaya ekolüne dair yapılacak araştırmalar, Sayman’dan ödünç alacak olursam, “meşruiyetlerini kapitalist üretim ilişkilerinin bütünselliğinde sürdürebilmelerini sağlamak amacıyla ‘keşfedilmiş’ önermeler olacaktır.” Ve tabii ki kadük kalacaktır.

Oysa başka bir zaviyeden (tarihi ve diyalektik materyalist) bakarak, mesela şu başlıklar altında genç araştırmacıların inceleme yapmaları teşvik edilebilir:

-Kaypakkaya ekolünde köylülüğün rolü ve önemi

– Çeşitli milliyetlere mensup devrimcilerin Kaypakkaya ekolünde bir arada olma nedenleri

– Bu mozaiğin neden ve nasıl Dersim eksenli değişime uğradığı

– Erkek egemenliğinin rolü ve kadınların neden öne çıkamadıkları

– Şehir ve gecekondu faaliyetlerinin ağırlık noktasının neler olduğu

– Ege, Karadeniz (Batı ve Doğu), İç Anadolu, Akdeniz ve Dersim dışında bilhassa Kürdistan’da yürütülen faaliyetlerin özgüllükleri, bir nevi Kaypakkaya ekolünün yerel tarihi

– Yurt dışı kitlesinin katılımı, başkalaşımı

– Entelektüel, sanatçı ve akademisyenlerle Kaypakkaya ekolünün ilişkisi ve çelişkisi

– Hapishane ve kırsal kesimde yaşanan olumlu ve olumsuz (devletin cevaz verdiği Koğuş Ağalığı ile Savaş Ağalığı gibi) tecrübelerin araştırılması

– Genel olarak devrimci harekette ama bilhassa Kaypakkaya ekolünde devrimci ozan geleneğinin üzerindeki Alevi kültürünün ve tali planda da olsa Filistin esintilerinin etkileri

Son yıllarda dijital ortamda Kaypakkaya ekolünün gelmiş geçmiş tüm literatürünü bir araya getirmeye çalışan (ve büyük oranda bunu başaran) Partizan (https://partizanarsiv9.net/), İşçi Köylü Kurtuluşu (https://ikk-online16.net/#)  ve bu istikamette çabalarının olduğunu bildiğimiz Onur Toplumsal Tarihsel ve Kültür Vakfı’nın (https://www.onurvakfi.org/)  “sözlü tarih” çalışmaları, bahse konu olan kolektif hafıza açısından son derece önemli bir adımı temsil etmektedir. Yine son yıllarda, her ne kadar Dev-Yol ve/veya Kurtuluş’un tarihine dair merkezi ve yerele ait literatürle kıyaslanmayacak konumda olsa da Kaypakkaya ekolü mensuplarına ait roman, anlatı ve düz yazı ile kaleme alınmış “anı” çalışmalarında da gözle görülür bir artış söz konusudur. Bu, olumludur ve bizi ilgilendirmesi gereken husus, bu yapıtların içeriği ile hemfikir olunup olunmaması değildir. İster bu yapıtlar gerçeği büküyor olsun, ister bu yapıtlar yazarını öne çıkarıyor olsun, ister bu yapıtlar Kaypakkaya ekolünü alttan alta aklı sıra teşhir ediyor olsun, “taktir”, yine de okuyucuya ve araştırmacıya bırakılmalıdır. Esas kıstas bu yapıtlardan elde edilecek bilgi kırıntıları ve hakkında özgürce münakaşa edilebilmektir.

Hoşça Kal Abla

Kaypakkaya ekolünün tarihsel pratikte yumuşak karnını oluşturan, araştırılması gerekli “ağır” konularından en önemlisi ise hiç kuşkusuz, çoğu mensubunun sorgudaki başarısız tavrıdır. Serinkanlı üzerinde durulacak ve münakaşa edilecek olunursa acı gerçek şudur ki, Kaypakkaya ekolünün kurucu lideri ve feda ruhlu kimi kadro ve sempatizanları dışında kahir ekseriyeti 12 Mart ve 12 Eylül (ve daha sonraki tarihlerde de) sorgularında direnmemiştir. Buradaki asimetri çok barizdir. Devrimle karşı devrimin burun buruna geldiği sorgu anında her ne kadar kurucu önder, “çözülenleri saflarınızdan atın” vasiyetinde bulunmuşsa da ardından gelen, çözülen ve önderliği üstlenen kadroların, çözülmeyi olağan kılmaları, doğal karşılamaları ve hatta teori haline getirip, “az çözülen, yarı çözülen ve tam çözülen” diye kategorilere ayırmaları, alttan alta tarihsel bir çözülme geleneğini de inşa etmiştir. Kaypakkaya ekolünün halk kitleleri nezdinde güvenilirliğini yitirmesinin bir nedeni de bu son derece kırılgan ve hassas konudur. Zira kimi insanlar direnen evlatlarını ve eşlerini yitirirken, onları ele veren geçici yol arkadaşlarının, saflarda hala kabul ve taktir görüyor olmaları pek tabii ki şaşkınlık, hatta infiale neden olmuştur. Kolektif hafıza açısından bu durumun ele alınması, incelenmesi, üzerinde serinkanlı münakaşalar yürütülmesi ve yüzleşilmesi elzemdir. Maalesef bu alanda elimizde literatür yok denecek kadar azdır.

Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın anlatıldığı, Hoşça Kal Abla bu meşru infialin kâğıda dökülmüş halidir. Aynı zamanda olması gereken yüzleşmenin de “ilklerindendir”.

Kitaba dair gözlemlerimin daha anlaşılabilmesi açısından önemli bir noktaya değinmeden edemeyeceğim. İbrahim Kaypakkaya’dan sonra, Kaypakkaya ekolünün tepesinde mütemadiyen bir sarkaç sürekli var olmuştur. 50 sene içerisinde gelmiş geçmiş önderliklerin amentüsü her ne kadar, “Siyasetimizi belirleyen ‘Beş Temel Belge’dir” sözleri olsa da bahse konu sarkacın silahlı ekonomizmle yasalcılık ve parlemterizm arasında gidip gelmesinin ana nedeni Kaypakkaya’ya her zaman şüpheyle bakan önderliklerin kendi siyasi çizgileri olmuştur.[4] Bu sarkacın bir hayli sağa savrulduğu anlardan biri de 1983’te yapılan meşhur 4. Toplantı olmuştur. Erbakanı, “milli burjuva” ilan eden, “baş düşman Cunta’ya karşı” Özal’a göz kırpan, iki emperyalist bloğa karşı Avrupa emperyalistleriyle “ortak cephe” öneren bu toplantının fikir babaları, kısa bir süre sonra ya yakalanıp, Üçüncü Genel Sekreter Ali Haydar Akgün gibi TRT ekranlarında nedamet getirmişler, ya da “fahri üye” Arslan Kılıç gibi Doğu Perinçek’in himayesine alınmışlardır.

Hoşça Kal Abla’da Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın kaleme aldığı Ocak 1984 tarihli “Özeleştiri Çalışmasında Teorinin Önemi” başlıklı yazı kolektif hafıza açısından önemli bir belge niteliğindedir. Her ne kadar bu belge üzerinde 4. Toplantının gölgesi hissedilse de şimdi geriye dönülüp bakıldığında, Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın 4. Toplantı Kararları’nın ve mimarlarının tahribatına rağmen, devrimin ve partinin sorunlarıyla ne denli meşgul olduğu kendisini bir kez daha göstermektedir. Beri tarafta yaşanan hadiseler, 4. Toplantı mimarlarının nedametleri ve başlattıkları nedamet salgınına karşı Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın, işkencedeki tavrıyla kurucu önder İbrahim Kaypakkaya’nın ve İkinci Sekreter Süleyman Cihan’ın yolunu tercih ettiğini ispatlamıştır.    

Her ne kadar yazar, düz anlatım yerine, köy romanlarının dilini andıran, duygu boyutu bir hayli yüksek, didaktik bir yazımı tercih etmiş olsa da Hoşça Kal Abla’dan benim çıkarttığım en önemli yan, 12 Eylül yıllarında bütün eksikliklerine, yanlışlarına ve her seferinde devasa kayıplarına rağmen Kaypakkaya ekolünün, olağan üstü bir azimle, yeniden ve yeniden siyasi arenadaki mevziisini tahkim etme hırsı ve kararlılığıdır. Bu tarihsel gerçekle aynı anda yaşanan bir başka tarihsel gerçek daha okuyucunun dikkatinden kaçmamaktadır: Direnenler ve Çözülenler.

Hoşça Kal Abla sayesinde okuyucu, Hasan Hakkı Erdoğan’ın gizlilik kurallarında ne denli hassas olduğunu ve nasıl gizliliğe riayet etmeye çalıştığını öğreniyor. Hatta okuyucu, Erdoğan’ın bilinen, alışıla gelmiş İbocu camianın içinden değil de özenle, çeperinden seçilmiş, iki çocuklu bir ailenin içerisine “dayı” sıfatıyla nasıl entegre olduğunu öğreniyor. 12 Eylül şartlarında bu riski üzerine alan “enişte”ye ve bilhassa “abla” rolünü üstlenen kadına dair insan daha fazla bilgi sahibi olmak istiyor. Fakat yazar okuyucuyu bundan mahrum bırakıyor.

Keza aynı şekilde okuyucu, sair zamanda, dışarıda, şehirli, kadın, küçük burjuva ve -belki de etnisitesi- Türk olduğu için hafife alınan, alay edilen, “Saksı Çiçeği” diye adlandırılan sempatizan kadın yoldaşı da daha yakından tanıma ihtiyacı duyuyor. Zira, hikâyenin direnenler tarafında olan bu yoldaşı hor gören, sorumlu erkek kadrolar süratle çözülürken, “Saksı Çiçeği” adeta bir “Deve Dikeni”ne dönüşüyor…

Hoşça Kal Abla’da Umutlu’nun kalemi sayesinde, hiç şüphesiz sorguda, yoğun işkence ve tecrit altında direnişin pivot rolünde Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş duruyor. Okuyucu, yüzleştirmelerde ve başka ortamlarda, Hasan Hakkı’nın gülümseyişiyle, alaycılığıyla, yaptığı ajitasyon ve söylediği marşlarla, onun, pasif değil, bilakis aktif direnişiyle takdire şayan, cesaret aşılayıcı oluşuna tanıklık ediyor. Düşmana tepeden bakan, zekice verdiği hazır cevaplarla, sorgucusunu işkencehane manyağına çeviren, inatla yeniden ve yeniden devrimde ısrarcı olduğunu haykıran bir Hasan Hakkı Erdoğan’dan bahsediyoruz. Bu güçlü tesirin neticesinde, “anlı şanlı” kadroların değil de başta patriyarkal ideolojiyle daha “kırılgan” olduğu sanılan kadın yoldaşlar olmak üzere sempatizan konumundaki halk kitlelerinin kararlı tutumlarına ve bayrağı omuzlamalarına şaşırıp kalıyoruz.    

Öte yandan yazar, bu hikâyenin çözülenler tarafındaki aktörlere ve verdikleri bilgilere maalesef daha az yer ayırmakta. Kitabın sonlarında işkenceci polisler isim isim ifşa edilirken, bütün bir kitap boyunca çözülenler, yazarın niyetinden bağımsız adeta oto sansürle “koruma” altına alınmakta. Bu insanların çözülme serüvenleri, nerede başlayıp nerede bitmektedir? Kitapta bu ve benzer sorulara cevapları bulmak maalesef mümkün değildir.

Öte yandan gizliliğe son derece ehemmiyet veren ve nerede, kimlerin yanında kaldığı bilinmeyen Hasan Hakkı yoldaşa bu operasyonun nasıl uzandığını merak eden okuyucu, “belki de roman diliyle değil ama keşke dava dosyasının kayıtlarından alıntılarla aktarılmış olsaydı” demeden edemiyor. Fakat Umutlu, Hasan Hakkı yoldaşın katledilişinin 40. yılına yetiştirme telaşı içerisinde, eserin merkezine haklı ve meşru nedenlerden ötürü sadece Hasan Hakkı Erdoğan’ı ve onun direnişini koyarken bütün diğer ayrıntıları ikincil plana atıyor. Oysa yukarıda Kaypakkaya ekolünün oluşturulması gereken kolektif hafızasına dair yapılacak araştırmalar açısından bu gibi detayların ne denli değerli olduğunu bir kez daha hatırlatmaya aslında gerek kalmıyor. Belki de yazarın uygun görmesi halinde, kitabın yazım aşamasında alınan kimi notlar ve dava dosyalarıyla birlikte kapsamlı bir Hasan Hakkı Erdoğan literatürü dijital ortama aktarılarak, bahse konu eksiklikler giderilebilir. 

Hoşça Kal Abla’da, Hasan Hakkı Erdoğan’ın, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren devrimci mücadelenin ön saflarında yer aldığını öğreniyoruz. Yeni nesiller de dahil aslında okuyucu, Erdoğan ve yaşıtlarının devrimci mücadelesine dair daha fazla ayrıntı okumak, bilmek isterken, yazar, 12 Eylül öncesine şöyle bir değinip, esasen bizi bu bilgiden mahrum bırakıyor.

Geriye duygu yüklü, Alevi folklor motiflerinin öne çıktığı bir anlatım kalıyor. Hâlbuki 21. yüzyılda devrimi kuşanacak yeni nesillerin çok daha fazla Hasan Hakkı Erdoğan tecrübesine, bilgisine ve parıltısına ihtiyacı var.

Kaypakkaya ekolünün adsız kahramanlarından Avukat Mihriban Kırdök’ün, Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşa dair sözleri bu ihtiyacı kesinlikle bir kez daha teyit etmekte:

“Sevgili Yoldaşım

Bilmeni isterim ki sade, yalın, tevazuunla birlikte, dik duruşun, işkencede boyun eğmeyişin, içten dostluğun, devrimci olarak asla ödün vermeyen mücadele ve direnişinle her zaman bizimlesin.

Şöyle durup düşündüğümde; bize, devrimcilerin tarihine pırıltılı bir yaşamı armağan ederek gidişinin üzerinden kırk yıl geçip gitmiş bile.

Ama inan kırk yıldır hep yanı başımızdaymışsın gibi anlatıyoruz biz seni. Sadece bizim çevre ile değil, seni tanıyan her kesim, her çevre ile saygı, sevgi, özlem ve elbette hüzünle anıyoruz adını. Tıpkı yanımızdaymışsın da seninle konuşuyormuşuz gibi.

Biliyor musun bu kitap seni, mücadeleni, insanlarla kurduğun riyasız, sıcacık kucaklayıcı yanını bazılarımıza yeniden anımsatacak. Bazıları, çoktandır unuttukları can bedeli verilen o destansı direnişi hatırlayacak yeniden. Seni hiç tanımamış, adını bile duymamış genç kuşak bu kitap ile tanıyacak seni, bu kitap ile öğrenecekler senden.

Biliyorsun, direnenler, davasına sahip çıkanlar, hele de devrimciyse senin gibi hiç unutulmazlar, kuşaktan kuşağa aktarırlar onların hikayelerini…

Bu nedenle hep olmuştur bu dünyayı, sömürü ve zulüm düzenini yok etmek, değiştirmek üzere yola çıkanlar, hep olacak da tıpkı senin gibi.  

Can Dostum

Yanlış anlama, bir veda yazısı değil bu; sadece yaşamımıza kattığın her şey için yeniden MERHABA demenin bir başka biçimi.

Biliyorsun değil mi seni nasıl özlediğimizi.

Ve hep aynı özlemle adını anmaya devam edeceğimizi…”

(Berlin, 11 Kasım 2024)


[1] Algül Umutlu, Hoşça Kal Abla, El Yayınları, İstanbul, 2024

[2] Burada genç araştırmacılar için bilhassa, Soğuk Savaş yıllarında ABD’de, Hoover Institution Press tarafından yayınlanan Yearbook on International Communist Affairs’in 1977-1980 tarihli yıllıklarını, Federal Almanya Anayasayı Savunma Teşkilatı’nın 1974-1980 yıllarına ait yıllık Raporları’nı ve Kazanılacak Dünya dergisinin 1986/5 sayısını tavsiye ederim.

[3] Evrensel, 7 Haziran 2020.

[4] Bu ve benzer sorunları, İbrahim Kaypakkaya’nın Ölümsüz Anısına 50 Sene Sonra başlıklı yazıda teferruatlıca ele alıp, tartıştım: https://yenikomunizm.com/ibrahim-kaypakkayanin-olumsuz-anisina-50-sene-sonra/

Please follow and like us:
Pin Share

“Hoşça Kal Abla” üzerine bir yorum

  1. Sn. Cilasun, bazı ufak düzeltmeler ve şerhler düşmek istiyorum.

    1) Pzn ve Parti, “SAMA” ile ilişkili değildi. Bizim o dönemki yarı-kardeş grubumuz, Almanca’da “Afganistan Komünist Partisi/Marksist-Leninist – İnşa Örgütü” ismiyle bilinen, gerçek ismi ise “Afganistan Komünist Partisi Tedâruk [Kuruluş] Komitesi” olan, yayın organıyla “Ahgar” (Kıvılcım) ismiyle bilinen gruptur. Partizan Yayınları Afganistan broşüründe (ve belki yanlış hatırlıyorum ama FÜ mektuplarında da) geçen grup budur. Bir de, “Şolecavid” değil, Şule-i Cavid (Sonsuz Ateş). Arada Farsça terkib olmazsa, Ateş Sonsuz gibi bozuk bir anlamı olur.
    2) Partizan Arşiv’den arkadaşların çalışması büyük öneme sahiptir, lakin zannediyorum “büyük oranda başarılmış” denemez. Mesela, legal yayınların önemli kısmı yoktur. DGD Bülteni yok, yarı-legal Devrimci Ses yok. Efemera olarak DGD, Gençlik Birliği, Devrimci Ses bildirileri yok. İllegal yayınları biriktiren İKK arşivdeki arkadaşlarda ise durum daha da zorludur. Çünkü, mesela, hem KK hem de Bölgesel Dönem yayınları olan Halk Savaşı (1975-6 civarı, bir sayı?), Kızıl Yol (İstanbul, 4 sayı), Devrim Yıldızı (Ankara, kaç sayı?), Halkın Direnişi (hangi bölge? kaç sayı?), Devrimci Derleniş (Doktorcu olan değil, sizin de albümünüzde afişini kullandığınız, hangi bölge? kaç sayı?), Devrimci Mücadele (Ege, bir sayı?) vb. yoktur. Zannediyorum, bir kısmı olsa da yayınlanamazlar. Mesela Kızıl Yol’un erken sayıları, örgütsel meseleleri çok hassas şekilde ve içeriden anlatıyor, yayınlanacağını zannetmiyorum. Yani bu konuda kat edilmesi gereken daha çok yol var ve herkesin katkılarını ilgili yerlere ulaştırması büyük bir yardım olur. Ayrıca bunlar siyasi odakların çalışmaları olduğu için, maalesef, halen daha çeşitli sorunlardan birçok şey (elde olmasına rağmen) verilmiyor. Aradan 50-40 sene geçmiş şeylerde bile aynı durum geçerli!
    3) Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın yakalanmasına giden yol, belgeleriyle, Kürşat İstanbullu’nun kitabında yayınlanmıştır.
    Bundan başka, eğer bilgim yanlış değilse, esasen bu yakalanmalara giden yol, daha önceki davalarda görece çözülen bir kişinin dışarı çıktığında tekrar ilişkiye alınmasının sonucu diye biliyorum (bu kişi “itirafçı” olmadı, aksine işkence davasında katillerin aleyhinde şehadet de etti). Dönem zor, kadro az, bazı insanların tekrar görevlendirilmesi garip değil.
    4) 2. MK 3., 4. ve 5. Toplantıları’nda o dönemin bütün Merkez Komitesi üyeleri sorumludur kuşkusuz, lakin bunların Devrimci Partizan oportünizmine kapaklanmayanları ya savaşta şehid oldular, ya da bunu aştılar. Örnek vermek gerekirse, 2. MK 5. Toplantısı Genişletilmiş Raporu’nu yazan, Kazım Çelik yoldaştır. Kazım Çelik sonrasında bu raporu ve Parti Birliği’nde çıkan yazıyı mahkum etmiştir, bunun video kaydı var. Erdoğan Şenci de seneler sonra anılarında bunu kabul etmek zorunda kaldı (oysa Devrimci Partizan ve Komün’de ayrı bir hava çalıyorlardı). Hayrettin Bakış ise, mesela, silah elde şehid oldu. Zannediyorum biraz daha yaşasaydı, onun da yapacağı farklı olmazdı.
    5) 2. MK 4. Toplantısı, Mart 1983’te yapılmıştır (bkz: PB 1 s. 12). 2. MK 4. Toplantısı’nın sağ kararlarını ve yanılgılarını 2. MK 5. Toplantısı dahi eleştirmiş ve düzeltmiştir. Mesela:

    “… II. MK, stratejimiz konusunda elle tutulur bir faaliyet yürütmedi. Ortaya koyduğu çizgi ve uygulama, bizi stratejik hedeflere bir adım daha yaklaştıran çizgi değil, stratejik hedeflerden partiyi gerilere götüren kendiliğindenci sağ çizgidir. MK, stratejimizi uygulayabilecek kadar bir kavrayışa sahip değildi ve hayata uyguladığı çizgi de stratejimize uygun çizgi değildir. MK, stratejik tesbitlerimizi derinleştiren, bu stratejimizi kadrolarımıza kavratabilecek veya daha da derinleştirebilecek bir hat izlememiştir. Dah açok [sic] çizgimizin doğru olduğunu söylemekle yetinmiştir. Çizgimizin doğru olduğunu söylememize rağmen uyguladığımız çizgiyle partimizin stratejisi arasındaki ilişkinin ne olduğunu, onunla bütünlük içinde olup olmadığını gözden geçirmemiştir. Oysa parti çizgimiz adına yapılan birçok tesbit, politika ve uygulama, gerçekten bu çizgiyle tezat teşkil ediyordu. MK, stratejimizi hayata uygulamadığı gibi bu çizgi bazen temel noktalarda çiğnenebilmiş bazı noktalarda ise iğdiş edilmiştir. Mesela halk savaşı stratejimizi parti çizgimizle olan ilişkisini gözden geçirdiğimizde sağdır. Yine ordu örgütlenmesi sağdır. Yine cephe konusundaki siyasetimizi değiştiren II. MK’nın 4. top. kararı anti-demokratik ve sağdır. MK, stratejik teshillerimizi oportünizme ve revizyonizme karşı da savunmamıştır. MK, daha çok susmayı yeğlemiştir.” (Ibid. s. 23)
    “II. MK’ni bu yaklaşım ile değerlendirdiğimizde, izlediği siyasetin olumsuz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. II. MK, somut durumun çok yönlü ve doğru tahlilini esas olarak hiç bir dönem tesbit edemedi. Bunları birçok somut örnekle açıklamaya çalışırsak MK, halk sınıflarının bugün içinde bulunduğu durumu partiye kavratacak düzeyde tesbit edemedi. Bazı olumlu tesbitleri ise genel kaldı. Mesela milli burjuvazinin durumu, mesela bir küçük-burjuvazinin durumu nedir, ekonomik olarak nereye gidiyor, düzene karşı tutumu nedir? Bu tesbitleri esas olarak yüzeysel tesbitlerdi. Aynı şekilde hakim sınıfların durumunun çok yönlü tahlili, hakim sınıflar arasındaki çelişmeler ve dalaşmalar konusunda da yanlış tahliller yaptık. Sadece cunta şu kliğin temsilcisidir, hakim sınıflar arasında dalaşma vardır demek yetmiyor. Mesela bir cuntanın değerlendirilmesi oldukça ilginçtir. Önce AP-CHP, sonra merkezci klik, ama bir kanadında CHP’nin merkezci kanadı, diğer kanadında ise AP’nin MHP’li olmayan kesimi, daha sonra ise yalnızca merkezci kliğin gerçekleştirdiği şeklindeki tesbitler bizim somut durum tahlilinde ne kadar sallandığımızı göstermektedir. Kaldı ki biz cunta tahlilinde de kendi incelemelerimizle bir sonuca varmış değiliz. Başka yoldaşların görüşlerinin altına imza attık. Sonradan kavradık bunu.” (Ibid. s. 26)
    “Cuntayı gerçekleştiren hakim sınıf kliği üzerine daha fazla durmayacağız. Bu konuda MK 4. top’sındaki ve 6 Kasım seçimleriyle ilgili broşürde konulan anlayışa esas olarak katılıyoruz.
    Yukarda aktardığımız alıntılardan anlaşılabileceği gibi MK yanlış tesbitlerinin sonucunda cunta içerisindeki siyasi çekişmelerden ve çatışmalardan bahsedilmektedir. MK’nın cunta içerisinde merkezci kanat ile AP arasındaki çekişme ve dalaşma da, hayali bir tesbitti. Çünkü gerçekten de cunta içinde böyle bir çelişki yoktu. AP ile merkezci kanat arasındaki çelişki cunta içindeki çelişki şeklinde değil, cuntacı klik ile cuntanın dışında olan ve hakim sınıfların Amerikancı farklı diğer kliği arasındaki bir çelişki şeklindeydi. Cunta içerisinde somut gelişmeler bugüne kadar göstermiştir ki esasta bir birlik vardır. Yine daha sonraki somut gelişmelerde gösterdi ki, cunta, AP kliğini seçimlerden dıştaladı ve hedeflediği kliklerden en önemlilerinden biri oldu. Seçimler ve partiler yasası konusundaki ayrılıklar da cunta içi bir ayrılık olarak değil, diğer hakim sınıflar (AP, CHP, MHP vb.) cunta arasındaki bir çelişki olarak sürdü ve cunta bu klikleri 6 Kasım seçimlerine sokmadı.
    Cuntanın hedef aldığı kesimlerden biri olan orta burjuvazinin hakim sınıflar arasına konulması da yanlış bir tesbittir. öte yandan uzlaşıcı orta burjuvazi, hakim sınıf klikleri arasında gösterilmektedir. Burada cuntanın somut olarak milli burjuvaziye karsı olan politikası incelenmek isteniyorsa söylenmesi gereken cuntanın milli burjuvaziyi de genel olarak hedef aldığıdır. Sol kanat zaten halk saflarındadır. Ve cunta, bu kesimi de esas hedefleri arasına koymuştur. Cuntanın özel olarak milli burjuvaziyi hedef aldığı doğru değlidir [sic]. Milli burjuvazi de cuntanın genel hedefleri arasından birisiir [sic]. Diğer taraftan milli burjuvazinin sol kanadı da Avrupa’lı [sic] emperyalistlerin uşaklarının peşine takılmıştır.” (Ibid. s. 45)
    “Cuntanın gönlü ve direkt desteği, kendi kurdurduğu MDP’nin seçimi kazanması yönündeydi. Bu tutmadı ve cuntanın onayından geçerek seçimlere katılan T.Özal önderliğindeki ANAP seçimi kazandı. ANAP’ın hükümet olmasından sonra, devlet iktidarı içinde faşist cuntadan daha güçsüz, ikinci bir merkez ortaya çıktı. ABD emperyalistlerinin, IMF ve Dünya Bankası gibi tefeci tekelci kuruluşların aktif desteğini alan ANAP, ABD’nin büyük ve etkili tekellerinden Bechtel’in Ortadoğu ülkelerinde taşronluğunu [sic] yaparak, son yıllarda hızla palazlanan Enka Holding’in her yönlü aktif desteği ile kurulmuştur, “Özal’ı Allah’ın, Türk milletine bir lütfu” olduğunu söyleyen Enka’nın sahibi Şarık Tara, Türkiye ile ABD arasındaki çeşitli sorunları ABD başkan yardımcısı Busch [sic]’la görüşebilecek kadar, hükümet üzerinde etkili bir kompradordur. Faşist cunta ile ANAP hükümeti arasında, ABD emperyalistlerinin siyasi, askeri ve ekonomik poitikasının uygulamada hiçbir çelişki yoktur, iki kesimde [sic] ABD uşağıdır. Faşist cunta, 12 Eylül’den sonra halka yönelik katliamları, işkence ve baskılarını, 6 Kasım seçimlerinden sonra da ANAP hükümetiyle tam bir uyum içinde daha yoğunlaştırarak sürdürmüştür. ANAP hükümetinin 1,5 yıllık icraatı bu uyumun açık göstergesidir.
    Cunta ile ANAP arasındaki çelişkinin esası, farklı çıkar guruplarının siyasi temsilcisi olmalarıdır. Faşist cunta temsilciliğini üstlendiği hakim sınıfların Koç, Eczacıbaşı gibi merkezci kanadının çıkarlarını öne çıkarmaktadır. Kemalist-İnönücü çizginin takipçisi olarak, uygulanan ekonomik politikanın, sırtını dayadığı kompradorların ve toprak ağalarının çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesini istemektedir. Nitekim, 1982 yılında, Ulusu hükümetinde başbakan yardımcılığı yapan Özal’ın Koç’un Asil Çeliğini [sic] devlet desteğiyle kurtarılmasına karşı çıkarak, Maliye Bakanı Kaya Erdem’le birlikte istifa etmiştir. Yerine gelen Evren’in ekonomi danışmanı ve Koç’un has adamı Maliye Bakanı Kafaoğlu Asil Çeliği devlet desteği ile kurtarmıştır.” (Ibid. s. 117)
    “Yerel Seçimlerde % 5 civarında oy alan Refah Partisi, eski MSP’nin milli feodal burjuva çizgisinin devamı olarak faaliyetini sürdürmektedir. Din temelinde, yoğun olarak cami ve kuran kurslarında örgütlenen bu partinin sınıf karakteri icabı, anti-emperyalist, anti-sosyal-emperyalist tavrı çok cılızdır. 12 Eylül öncesi MSP içinde ABD emperyalizminin uşaklarıyla el ele faaliyet yürüten bu kesim, halkın dini duygularını istismar ederek tabanını genişletmeye çalışıyor. Hak-İş vasıtasıyla da işçi sınıfı içinde örgütlenmeye çalışan Refah Partisi gerici bir partidir.” (Ibid. s. 121-122)
    “Bugün orta burjuvazinin güçlü siyasi partisi olmadığından, bunlar değişik hakim sınıf partileri içine, özellikle de RP. DYP. SODEP ve DSP içine dağılarak, hakim sınıfların destekleyicisi, onların kuyrukları durumundadırlar. Bazı aydın çevrelerin, düzenin sınıfları içinde yürüttükleri legal Marksistliğin özüde [sic]. hakim sınıfların “demokrasi” mücadelesi yürüttüğünü iddia eden kesimlerine destek faaliyetidir. Bunların çabası, düzenin özüne dokunmadan, hatta “teröristlere” karşı düzeni savunarak, bazı hak ve özgürlüklerin alınması yönündedir. Bunun da sağlanması halkın örgütlü gücü ve mücadelesiyle değil, yüzüne “demokrasi” maskesi geçiren DSP gibi sahte reformist hakim sınıf partilerinin desteklenmesiyle olacaktır. Yine çeşitli küçük burjuva teşkilatlarında, “maceracılığa” karşı mücadele yaftası altında aynı yönlü bir faaliyet içinde oldukları görülmektedir. Yenilgi döneminin yarattığı yılgınlık ortamı küçük- burjuva ve milli burjuva teşkilatların önemli bir bölümünü hızla genelleştirmektedir. Bunların bir bölümü direkt karşı-devrimcilerin kontrolüne girerken, bir bölümü de dolaylı olarak bazı gerici, halk düşmanı hakim sınıf partilerinin kuyruğuna takılmaktadırlar. …” (Ibid. s. 132)

    Şimdi buradaki görüşlerin doğruluğu yanlışlığı bir yana, esas mesele kişiler bazında şuna buna milli-burjuva demek veya ANAP’a göz kırpmak değildir. ANAP’a göz kırpılmamıştır. ANAP (DYP, MDP ve HP ile birlikte), hakim sınıfların temsilcisi kliklerinden birisi olarak sayılmıştır (Ibid. s. 90). Bilmem bu nasıl Özal’a göz kırpmak oluyor? “Erbakan” (aslında RP) meselesinde ise yapılan, eski MSP’deki koyu Amerikancı komprador kanadın önemli kısmının ANAP’a girdiği, geri kalan kesim içinde ise “milli feodal burjuva” siyasettir. Çeşitli partiler içinde milli/orta-burjuvazinin çeşitli kanatlarının var oluşu, her zaman var olan bir teoriydi. Kaypakkaya’da da vardır. Hatta direkt olarak ’45 sonrası DP’nin kuruluşu vb. meselelerde Kaypakkaya etraflıca cılız milli-burjuva kliklerinin komprador CHP yönetimiyle kurmak zorunda kaldığı blokun parçalanmasından bahseder. Parti haklı olarak 6 Kasım seçimlerinde bazı partilerin önünün kesilişinden, bunlarla cunta ile çelişkilerden bahseder. Lakin zaten bunlar sonrasında yerel seçimlerde yer almıştır. Bunların düzen dışı partiler olmadığı bellidir. Parti de bunu hiçbir zaman söylememiştir. Lakin bugünden geriye dönüp baktığımızda RP’ye yapılan değerlendirmelerin abartılı ve sübjektif olduğu, RP’nin özellikle 1983’te siyasi özgürlükleri demagoji malzemesi yapmasının sonucu olarak sağa sapıldığı söylenebilir. Bununla birlikte, Özal konusunda yanılsama olmamıştır.
    6) Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın 2 No’lu BK (BABK) adına yazdığı (maalesef kitapta bu kısım çıkarılmıştır, oysa yazı başkadır) “Acil İhtiyaç: Köklü bir Özeleştiri” yazısı (İKK’de çıkan “Neden ve nasıl bir özeleştiri” zannediyorum İKK Redaktörlerinin verdiği isimdir), bildiğim kadarıyla, MK Toplantısı’na sunulmak üzere hazırlanmıştır (bu bilgiyi FÜ Arslan Kılıç’ın Teori dergisindeki yazısından aldım, lakin Kılıç hatayla Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşa PMKÜ der ki bildiğim kadarıyla hatalıdır). Oysa bu mesele daha da açıklanacağına, İKK’nin bile verdiği (BK imzası) silinmiş. Acı bir durum.
    7) 5 Temel Belge ve 11 İlke meselesinde, 11 İlke bilindiği üzere genel olarak Türkiye, özel olarak 12 Mart dönemine göre (ve o dönemin subjektif algısının da mutlaka etkisiyle!) yazıldı. 11 İlke’nin özü doğrudur, lakin kabaca her dönemde aynen uygulanmasını beklemek yanlıştır. Siyasi hasımlarınca “en geri” “en dogmatik” olarak yaftalanan Zeki Uygun yoldaş dahi Yurtdışı Bölge Konferansı’nda en kaba bir 11 İlke kopyacılığı yapmamıştır. 11 İlke’nin özü, silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimlerinin tali oluşudur, diğerlerinin inkarı değil. 11 İlke:

    “1- Köylük bölgelerdeki faaliyet esas, şehirlerdeki faaliyet talidir.
    2- Silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
    3- İllegal faaliyet esas, legal faaliyet talidir.
    4- Ülke çapında düşman bizden güçlü olduğu müddetçe stratejik savunma esastır.
    5- Stratejik savunma içinde taktik saldırılar esas, taktik savunma talidir.
    6- Bu dönemde köylerde, silahlı mücadele içinde gerilla mücadelesi esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
    7- Şehirlerde (büyük şehirlerde), stratejik savunma döneminde, kuvvet biriktirmek ve fırsat kollamak esas, ayaklanmalar düzenlemek talidir.
    8- Örgütlenmede parti örgütlenmesi esas, diğer örgütlenmeler talidir.
    9- Diğer örgütlenmeler içinde silahlı mücadele örgütleri esastır.
    10- Kendi kuvvetlerimize dayanmak esas, müttefiklere dayanmak talidir.
    11- Ülkemizde silahlı mücadele şartları vardır.”

    Zannediyorum kabaca bu sistem, genel tarihi yapı içinde, silahlı gruplar teşkil edileli beri izlenmiştir. 1985 Türkiye’sinde ise tartışma meselesi, 3. madde olmuştur. Yani legal çalışma bazı durumlarda birincil olabilir mi? Bu esasen 1. MK’nin Barışçıl Silahlı Mücadele anlayışının bir titrek kopyasıydı. Lakin 1. MK bunu en azından “silahlı mücadeleye hazırlık için sessiz çalışma” olarak nitelendiriyordu (Komünist 2); 2. MK ise buna güçleri toparlamak için görece geri çekilme dedi (sahi, bir iki ay birlikler bile dağıtılmadı mı?). Lakin bu görece çok tali bir sorundu. Esas sorun, şahsi görüşüm, taktik savunmanın bayağılaştırılmasıdır; eylem yetkisinin birimlerden alınmasıdır. Hayrettin yoldaş da dahil birçok yoldaş bu anlayışın sonucu olarak şehid düştü. Lakin Üçüncü Konferans bu kararı kaldırmıştır. Eylem yetkisinin birimlerden alınması gibi bir karar daha uygulanmamıştır. Herkes bilir ki hareketin zirvesi (gerek kitlesellik, gerek örgütsel yapı), ’90’lar, bilhassa ’90-’98 arasıdır. Bu dönemde zannediyorum bu tarz bir şey olmadı. Aksine birçok karakol ve cemse baskını vardır. Zannediyorum, “silahlı mücadele içinde inşa olunacaktır” lafının en ete kemiğe büründüğü dönem buydu. Yani 2. MK’nin durumunu bütün tarihe yığmak doğru değildir. Sonraki MK’ler de, bütün sorunlarına rağmen, bu kadar sapma olmadı.
    8) Şöyle demişsiniz: “… Her ne kadar bu belge üzerinde 4. Toplantının gölgesi hissedilse de şimdi geriye dönülüp bakıldığında, Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın 4. Toplantı Kararları’nın ve mimarlarının tahribatına rağmen, devrimin ve partinin sorunlarıyla ne denli meşgul olduğu kendisini bir kez daha göstermektedir. …” 2. MK’nin partiye verdiği zararda hemfikiriz, lakin, sanki bu yazdığınızdan sanki 2. MK kötülük olsun diye yapmış, sanki Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş da iyilik olsun diye yapmış gibi bir anlam çıkıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse ben Drej’in, Kureyş’in vd.’nin kötülük olsun diye bu kararları aldığını zannetmiyorum. Onlar da, Hasan Hakkı Erdoğan gibi, “devrimin ve partinin sorunlarıyla” “meşgul” oldukları için bu kararları aldılar. Nihayetinde bu yazım şekli moralizme, iyiniyetçiliğe varır. Oysa bunların yaptığı nihayetinde zarar vermiştir, çünkü proletaryanın ideolojisine uymayan bir sınıfın, küçük-burjuvazinin konumundan yazılmıştır. Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın yazısındaki M-L ufuk ve görüşler, onun İK yoldaşın çizgisine bağlılığından doğmuştur. Belki ufak ve gereksiz bir nokta gibi duruyor, lakin önemli bence. Zaten yazıda da Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş ne SEY konusunda, ne de 11 İlke konusunda herhangi bir tartışmaya girmemiştir. Bilakis, dogmatizmi eleştirmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir