Osmanlı’dan Kalma Devlet Aklı

Osmanlı’dan Kalma Devlet Aklı:  Müdahale, İçişlerine Karışma, İşgal ve İlhak 
@EmrahCilasun (18 Şubat 2018)

Mondros’tan bu yana Türkiye’nin girdiği yerden çıktığı görülmemiştir. Bu devlet aklının kodlarına bugünde Suriye’de rastlanmakta.

Vaktiyle Marx, Osmanlı İmparatorluğu’nun “ilhakçı” olduğunu saptamıştı. Osmanlı bir dizi nedenden ötürü girdiği yerleri (Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya veya Portekiz gibi) sömürgeleştiremiyor ama onun dışında, bir başka ülkenin toprağına müdahale, içişlerine karışma, işgal ve ilhak’ı gayet başarılı biçimde beceriyordu.

Payitaht çökerken, Ankara’da kurulmakta olan yeni devlet, dünya konjonktürünü göz önünde bulundurarak diğerlerinin yanı sıra, imparatorluğun bu kodlarını da devralmaktaydı.

İtilaf Devletleri’nin daha teveccühünü kazanmadığı, bilakis onlara karşı Moskova kartını oynadığı dönemde bile Mustafa Kemal, o yıllarda Ankara’nın nasıl bir siyasi hat izleyeceğini daha sonra şöyle anlatacaktı:

“Kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin, İtilaf Devletlerine karşı düşmanlık durumuna girilmeyecekti, sonra da Padişah ve Halife’ye canla başla bağlı kalmak temel koşul olacaktı.” (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, c.1, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1961, s.11)

Ankara, İtilaf Devletleri’nin teveccühünü 1920 Aralık’ında, Çerkes Ethem ve kuvvetlerini, Ocak 1921’de de Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katlettikten sonra, Şubat 1921’de Londra’da yapılan konferansa davet edilerek elde etti. Kuşkusuz, İtilaf Devletleri’nin teveccühü düz bir hat üzerinden gidilerek kazanılmamıştı. Emperyalistlerin kendi aralarındaki kâr ve rekabet hırsının neden olduğu anarşi ile emperyalizmin topyekün sosyalist Rusya ile arasındaki çelişki ve çatışmanın yarattığı boşlukları Ankara, kendi lehine doldurmaya çalıştı. Bu, hem Osmanlı’dan kalma devlet geleneğinin hem de hasımlarıyla girişeceği pazarlığın bir ürünüydü.

Mesela bu yüzden Ankara, İtilaf Devletleri’ne karşı daha Moskova kartını salladığı süreçte (1920), Afganistan’a asker göndermenin planlarını yapıyordu.

21 Aralık 1920’de “Fevzi Paşa’ya” başlığını taşıyan bir yazıda Mustafa Kemal şöyle diyordu:

“Müdafaa ve maliyemiz icapları ile uyuştuğu takdirde Afgan ordusunu düzenlemek için bir subaylar heyetinin gönderilmesini mühim ve elzem görmekteyim. Cemal Paşa’nın ekteki mektubunda belirtildiği üzere, bunun gelecekte Anadolu üzerine çöken ağır yükü hafifletmeye yarayacağı gibi, aşağıdaki noktalara riayet edildiği takdirde Orta Asya’da emrimize amade kuvvetli bir orduya sahip olmamız hususu temin edilmiş ve dolayısıyla her icap ettiği anda Anavatan’ı korumak için İngilizler’i daha uzaklarda meşgul etmek için bir vasıta elde edilmiş olur.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt. 10, Kaynak Yayınları, İstanbul, s. 179) (vurgular bana ait.)

Aynı yazıda Mustafa Kemal, gönderilecek subay heyetinin Afganistan’ın içişlerine müdahale etme anlamına gelen dört maddelik misyonunun son maddesinde açık açık şöyle yazıyordu:

“Dördüncü olarak: Afganistan idarecileri harici entrikalar sayesinde İslamiyet ve Türklüğün menfaatlarına aykırı bir surette hareket etmeye hazırlandıkları takdirde, heyetimizin bu surette hareketlerine mani olabilecek ve İslam ve Türk menfaatlarına hizmet eden bir Afgan hizibi iktidar mevkiine getirebilecek kadar kuvvetli bir mevki edinmesi.” (Aynı yerde) (Vurgular bana ait.)

Tabii Ankara’nın “yaptığı hesap” Afgan “çarşısında tutmamıştı.” Zira Lozan’da, İtilaf Devletleri’ne verilen, adeta, “Osmanlı olmayacağım” garantisinin beylik karşılığı “yurtta sulh, cihan da sulh” sözüydü.  (Gerçi Afganistan bahsinde Ankara, hiçbir zaman –bugün General Raşit Dostum örneğinde de görüldüğü gibi- Mustafa Kemal’in Afganistan vizyonundan vazgeçmedi. Neyse… Zaten konumuz Afganistan değil.)

Ankara’nın bir başka ülkenin toprağına müdahale, içişlerine karışma, işgal ve ilhak hayallerinin kuşkusuz en bilinenleri Hatay ve Kıbrıs’tır.

1930’lardan itibaren Kıta Avrupa’sında belirmekte olan savaş tehditinden ötürü Fransa’nın, Ortadoğu’dan kendi topraklarına doğru askeri güç kaydırdığı bir ortamda, oluşan boşluğu Ankara, ilkin Hatay Cumhuriyet’ini kurdurtarak (Eylül 1938), dokuz ay sonra da (Haziran 1939) kendi yandaşı Hatay Cumhuriyeti meclisinin Türkiye’ye dahil olma kararıyla Hatay’ı ilhak ederek doldurmuştu. Tüm bunlar Fransa ile yaşanan “tatlı-sert” gerilimlere rağmen olmuştu.

Tüm farklılıklara rağmen Kıbrıs’ta da aynı kodlarla hareket edilmişti. Hatırlayalım. Soğuk Savaş’ın ortasında, Atina’da Batı yanlısı “Albaylar Cuntası” hüküm sürüyordu. Yunanistan’dan kaçan Moskova yanlılarının kurduğu AKEL, Kıbrıs’ta iktidara gelme potansiyeline sahipti. ABD ve Birleşik Krallık ise Akdeniz’deki bu stratejik adayı Moskova’ya kaptırmaya hiç de niyetli değillerdi. İlkin, Rum ve Türk tarafındaki ırkçı/faşist güçleri cesaretlendirerek etnik boğazlaşmayı teşvik ettiler. Daha sonra da NATO müttefiği Türkiye’nin müdahalesine “yeşil ışık” yaktılar. Ankara işte bu ortamda, karşısına çıkan fırsatı derhal değerlendirmesini bidi ve Temmuz 1974’de adayı işgal etti. Türk “sopası” ile dize getirdiği Atina ve Lefkoşa’dan gereken tavizleri koparan ABD ve Birleşik Krallık, bu arada “fırsat mı fırsat” deyip işgalini daha da genişletmekte olan Ankara’yı sadece durdurmakla kalmamış, üstelik Türk askerinin adadan çıkmasını talep etmişti. Evet, işgal böylece akamete uğramıştı ama silah ambargosu da dahil olmak üzere bir dizi yaptırımlara rağmen Türk askeri  Kıbrıs’ı terk etmemişti. “Atı alan” Ankara, Lefkoşa’yı “çoktan geçmişti”.  Bununla da kalmayıp, Türkiye, başta ABD olmak üzere diğer tüm müttefiklerinin ve Birleşmiş Milletler’in ısrarlarına rağmen bırakalım çekilmeyi, üstüne üstlük 1983’de sadece kendisinin tanıyacağı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adında bir de devlet kuracaktı.

Özetin özeti, Mondros’tan bu yana Türkiye’nin girdiği yerden çıktığı görülmemiştir. Bu devlet aklının kodlarına bugünde Suriye’de rastlanmakta.

Geçen yazımda Afrin’e yapılan saldırının göründüğü gibi “sadece ve sadece bir Türk-Kürt çatışması” olmadığı, Suriye’de “irili ufaklı bütün aktörlerin bu hengemade aslan payını kapma derdinde” olduklarını belirtmiştim. “Bu aslan payı”nın Türkiye açısından ne anlama geldiğini, Aydın Selcen, 9 Şubat tarihli Gazete Duvar’daki yazısında (https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/02/09/suriyede-resim-belirginlesiyor/), “TSK’nin Fırat Kalkanı cebini (2 bin kilometrekare), Afrin mıntıkasıyla (tamamı 4 bin kilometrekare) bağlayıp, aşağıya Idlip vilayetinin ülkemize sınırdaş bölümünü (5 bin kilometrekare) içine alarak Suriye’nin kuzey batısında ters ‘L’ biçiminde bir alanı ‘güvenlik bölgesi’ olarak denetlemeyi hedeflediği sonucu çıkıyor. Ancak bunun doğal anlamı da sözü edilen 11 bin kilometrekarelik bölgenin diplomatik sorumluluğunun da görülebilir gelecek için Ankara’da olması“ diye tarif etmiş.

Tıpkı 1920’lerde olduğu gibi, Batı’ya karşı Moskova, Moskova’ya karşı Batı kartını kullanan Ankara’nın, bugün Suriye’de, Washington’a karşı Moskova, Moskova’ya karşı da Washington kartını kullandığı gözden kaçmamaktadır. İster Astana’da ister Cenevre’de olsun, Selcen’in bahsettiği “L” biçimindeki 11 bin kilometrekare toprakla masaya oturmak niyetindeki bir Ankara’nın planı acaba orta vadede ilkin Özerk Sünni Bölge, sonra uzun vadede 1939 Hatay örneğinde olduğu gibi, bu “özerk” bölgenin Türkiye’ye katılması olabilir mi? Gelecek dönemde kim (Washington veya Moskova) bu plana “evet” derse, o mu Ankara’nın “stratejik ortağı” olacak?

Suriye’de yaşanan sekter savaşın, çok kutuplu dünyada, emperyalistler ve gerici devletler arası rekabetin ve keskin çelişkilerin ürünü olduğu akılda tutulacak olunursa, Ankara’nın heves ve planlarının tutma olasılığı nedir?

Göreceğiz…