Said Nursi’ye Bakmak

Formularbeginn

Said Nursi’ye Bakmak

Birol Başkan  (05 Nisan 2018)

On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’nin geçirdiği veya geçiremediği değişimler, dönüşümler ve devrimler, kısaca modernleşme deneyimi, toplumun farklı sınıf ve statü gruplarına mensup kişilerin hayatlarını nasıl etkiledi? Onları nasıl değiştirdi ve dönüştürdü? Önlerine ne tür imkaâlar ve kısıtlar koydu? Bu ve benzeri sorular halen daha Osmanlı/Cumhuriyet Türkiye’si modernleşmesinin üzerinde düşünülmeyi ve kalem oynatılmayı bekleyen sorularıdır. Kısaca son iki yüzyıla daha mikro seviyelerde bir nazarla bakılması gerekmektedir. Bu yönde her çabanın sadece salt geçmişi değil, bugünü de anlamamıza ve anlamlandırmamıza katkısı olacağına şüphe yok.

Emrah Cilasun’un Said Nursi biyografisi[1] tam da bu istikamette, hem de bilinçli, bir çaba. Cilasun, Said Nursi’nin hayatının detaylarına dikkat ederken, söz konusu detayların ötesine geçerek daha büyük resmi çizmeye çalışan bir çaba ortaya koyuyor. Said Nursi’nin çocukluğundan ölümüne büyük bir titizlikle kurguladığı bu biyografide, Cilasun aslında Osmanlı/Cumhuriyet Türkiye’sinin modernleşmesi ile, bugün bile taşranın da taşrası bir köyde doğan, sınıf ve statü olarak alt tabakalardan gelen bir Kürt’ün çocukluk ve gençliğinde önüne çıkan fırsatlar ve karşı karşıya kaldığı kısıtları gözlerimizin önüne seriyor.

Cilasun’un biyografisine göre Said Nursi ne kudretli bir aşiret reisinin, ne de nüfuzlu bir tarikat liderinin oğlu veya akrabasıydı. O zaman ve mekân birleşiminde alabileceği tek eğitimi, medrese eğitimini de büyük oranda şahsi disiplinsizliği yüzünden yarım yamalak almıştı. Bu durumdaki bir genç on dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarının Türkiye’sinde ne yapabilirdi ki yüzyıllar boyunca inşa edilen sınıfsal/statü tabakalarının altında ezilmesin, hatta sınıf/statü atlayabilsin?

Cilasun’un Said Nursi’nin çocukluk ve gençlik dönemlerinin anlatımı bu temel ve son derece insani dürtünün etrafında dönüyor. Cilasun’a göre Said Nursi için, içinde bulunduğu yokluklar hesaba katıldığında, tek çıkar yol bir şekilde devletle dirsek temasına girmekti ve devlete çalışmaktı. Abdülhamid rejiminin Kürtlere yönelik o dönem takip ettiği politikaların buna fırsat sunuyor olması ise Said Nursi’nin şansıydı. Gençliğinde sınıf/statü atlama dürtüsü ile başlayan devlet/rejimle zıt düşmeme, hatta onun için çalışma taktiği ile beraber Said Nursi için İkinci Meşrutiyet döneminde Cilasun’a göre daha Makyavelist bir hal aldı. Zira bu dönemin ilk yıllarında hararetlenen siyasi mücadelenin tam içinde olan ve hasbelkader kaybeden grubun yanında yer alan Said Nursi’nin daha sonra kazananlarla, İttihatçılarla arasını düzeltti ve onlarla birlikte çalıştı.

Cilasun’un anlatımında Said Nursi’nin Cumhuriyet döneminde de stratejisi değişmedi. Nursi bu dönemde hayatını ya polis veya istihbaratçı takibi altında yaşadı ya da gözaltı ve hapislerle geçirdi. Yine de devlete/rejime taban tabana zıt olarak konumlandırmadı kendini. Hatta ve hatta kendisinin ve Risale-i Nur adını verdiği eserlerin devlet/rejim için faydalı olduğunu savundu. Zira, Said Nursi’ye göre, Risale-i Nur takipçilerini imansızlıktan koruyordu, böylelikle anarşizmden uzak durmalarını, hatta nizama saygılı olmalarını sağlıyordu. Cilasun’un şüphe bırakmayacak bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Said Nursi 1940’lı yıllardan itibaren bu söylemine komünizm karşıtlığını da ekledi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin temsil ettiği Batı ile aynı kampta olmayı savundu. Böylelikle tamamen devlet ve rejimle aynı cephede konum aldı.

Said Nursi’nin Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde devlet/rejimle ilişkisinin nasıl başladığını ve evrildiğini detayıyla ele alan Cilasun, Said Nursi’nin kendisinin ve takipçilerinin aktardığı hayat hikâyesine ciddi eleştiriler getiriyor ve bazı gariplikleri de akla yatacak bir şekilde açıklıyor. Cilasun ayrıca açıklama ve iddialarını inanılmaz zenginlik ve çeşitlilikte, farklı yerli ve yabancı kaynaklardan derlediği belgelerle delillendiriyor; belgelerin sustuğu yerlerde ise akıl yürütmelerle Said Nursi’nin hayat hikâyesine ışık tutuyor.

Eleştirilerime gelince… Emrah Cilasun “Yeni Baskıya Önsöz” bölümünde çalışmasını şöyle tarif ediyor: “… bu çalışma, Türkiye’de ilk defa komünist zaviyeden bakılarak Said Nursi bahsinde kaleme alınmış ilk eserdir.” Hayatının önemli bir kısmını komünizm karşıtlığı ile geçiren ve dindar-muhafazakâr çevrelere bu karşıtlığı talihsiz bir miras olarak bırakan Said Nursi için cidden ironik olsa gerek bu durum. Öte yandan başka bir zaviyeden değil de, komünist bir zaviyeden Said Nursi’nin hayatına bakış atmanın çalışmaya ne kattığı konusunda ciddi sorgulamalarım var. Emrah Cilasun, komünist değil de, liberal olsaydı nasıl bir çalışma yapardı? Farklı bir zaviyeden bakış atmış olsaydı şayet, Cilasun farklı bir Said Nursi portresi çizer miydi?

Cilasun komünist bir zaviyeden bakmanın metodolojisini yeterince tartışmadığı, “arif olan anlar” kabilinden göndermelerle yetindiği için, bize ancak spekülasyon yapmak düşüyor. Said Nursi veya benzer başka bir kişinin hayatını ele alırken söz konusu kişilerle alakalı insanüstülük, tarihüstülük veya Tanrı tarafından seçilmişlik varsayımında bulunmama, onları içinde doğup büyüdükleri ve üretim ilişkileriyle derinden bağlantılı siyasi, toplumsal, kültür ve din gibi yapısal koşulların çocuğu/ürünü olarak görme bence Cilasun’un yaklaşımının en belirgin özelliği. Öte yandan bu salt komünist zaviyenin değil, bence menkıbe olmayan herhangi bir zaviyenin ortak özelliği.

Cilasun’un komünist zaviyesinin en belirgin özelliği din olgusuna yaklaşımında görünüyor. Cilasun din olgusuna altyapıdan özerk bir üstyapı öğesi olarak baktığını iddia ediyor. Öte yandan bu farklı bakışın tam olarak analizini nasıl şekillendirdiği açıkçası benim açımdan net değil. Cilasun’un “üstyapının altyapıdan özerkliği” iddiası daha çok savunma dürtüsü ile öne sürülmüş gibi duruyor. Yani Cilasun kafasında kurguladığı hayali cemaatine Said Nursi biyografisini neden yazdığını bu iddia ile savunuyor. Nitekim Cilasun din olgusuna “yığınların afyonluğu”, hatta daha da ileriye taşıyarak bir sömürü aracı olmanın ötesinde bir değer atfetmiyor. Cilasun’un ısrarla Nursi’yi devlet/rejimle aynı zeminde gösterme çabası, Nursi’nin devlet/rejimle çatışmadığını, hatta dinî öğretisini devlet/rejimin hizmetine sunduğunu vurgulaması, şahsi planda ise Nursi’nin taraftarları/takipçileri üzerinde manevi nüfuz kurması iddiaları Cilasun’un dine bakışıyla birebir uyumlu.

Bu bakış elbette bir tercih; devletlerin, dinî hareket ve grupların veya kişilerin dinî menfaatleri doğrultusunda anlamadıkları veya kullanmadıklarını ya da kullanmaya meyilli olmadığını iddia etmiyorum elbette. Sadece Cilasun’un din olgusuna yaklaşımının vulgar bir Marksist yaklaşımdan nasıl farklılaştığının net olmadığını söylüyorum.

Cilasun’un Said Nursi biyografisinin en sorunlu noktasına gelirsem… Daha önce not ettiğim gibi Cilasun’a göre Said Nursi taktiksel anlamda inanılmaz Makyavelist olabilen birisi. Ancak Cilasun’a göre aynı kişi uzun vadeli hedefi söz konusu olduğunda ise katıksız bir idealist. Nitekim Cilasun’un da vurguladığı gibi Said Nursi hayatı boyunca sadık kaldığı İslâmcılık ideolojisi yüzünden Cumhuriyet dönemini polis ve istihbaratçıların takibi altında, gözaltı ve hapislerde geçirdi. Bir insan böyle bir yaşamı neden seçer? Ortada cidden inanmış bir mümin olduğuna inanmaktan başka bir seçeneğimiz var mı?

Cilasun’un çalışmasının en zayıf yönü doğrudan bu nokta ile ilintili diye düşünüyorum. Cilasun din olgusunu üstyapının altyapıdan nispeten bağımsız bir öğesi olarak görse de, aslında dinin öğretilerini önemsemiyor. Cilasun, Said Nursi ile alakalı iddialarını desteklemek üzere eserlerinden alıntılar yapıyor elbette. Ancak Cilasun’un Said Nursi’nin teolojisinin bütünüyle ilgilendiğini söylemek çok zor. Said Nursi risale ve kitaplarında nasıl bir din anlayışını savundu ki devlet/rejimin son derece düşmanca tutumuna karşı modern Türkiye’nin en etkin hareketine ilham verebildi. Cilasun’un kitabında buna verdiği makul bir cevabı yok. Sadece satır aralarında okunan Said Nursi’nin takipçilerine din söz konusu olduğunda sorgulamayan, körü körüne inanan, aldatılmış cahiller veya köylüler olduğu göndermesi var. Bu şahsi bir bakış açısı olabilir. Ancak ikna ediciliğini ciddi anlamda zayıflattığını bilmesi gerekir.

Cilasun sadece Said Nursi’nin değil, genel itibarıyla dinî öğretinin içeriği ile ilgilenmiyor. Zira Cilasun, Said Nursi’nin devlet/rejimle çatışmama taktiğinin bir teolojisi olduğunu ya umursamıyor ya da farkında değil. Halbuki devlete karşı takınılan söz konusu duruş hemen hemen bütün Sünni, hatta ortodoks Şii teolojisinin, devlete karşı duruşunun özetidir; ve bu anlamda Said Nursi klasik bir ortodoks Sünni âlimidir ve binlerce yıllık teolojinin gereğini yapmaktadır.

Cilasun komünist zaviye ile dar anlamda metodolojik bir duruşa işaret etmiyor da olabilir. Daha çok tarihî bir şahsı anakronizm kaygısı taşımadan nasıl yargılamamız gerektiğine dair normatif bir duruşa işaret ediyor. Nitekim Cilasun benim elimdeki kitapta yüz küsur sayfa tutan ve “Neden Said Nursi?” başlıklı bölümde Said Nursi’ye farklı zaviyelerden bakanların Said Nursi yorumlarını tartışıyor. Bir anlamda kendi zaviyesini onlara karşı konumlandırarak, komünist bir zaviyeden bakışın söz konusu zaviyelerden yapılan yargılamalardan nasıl farklılaşacağını görmemizi istiyor. Kısaca belirtmek gerekirse, Cilasun’a göre, aslında iki grup ideolojik duruş vardır: komünistler ve geri kalanlar. Geri kalanlar kapitalist sistemle ürettiği ilişkilere (ki söz konusu ilişkiler devlet-birey ilişkileri, devletlerarası ilişkiler ve cinsiyet ilişkileri gibi geniş bir yelpazede düşünülmeli) radikal bir eleştiri getirmeyenler, hatta hiç sorgulamadan kabul edenler. Bu zaviyeden bakıldığında aslında Said Nursi’nin Mustafa Kemal’den bir farkı yoktur. İkisi arasındaki fark daha çok, hatta sadece, din üzerindendir.

“Küfür tek millettir” minvalindeki bu yaklaşım kişisel bir tercih elbette. Fakat farklı ideolojik konumları aynı zeminde buluşturma gayretinin bazen zorlama yorumlara sebep olduğunu, ayrıca nihayetinde kitabın hikâyesine pek fazla da bir katkısının olmadığını not etmem gerekiyor.

Bitirirken… En değerli çalışmaların var olan bir tartışmayı bitirici çalışmalar değil, konu üzerine daha çok soru sormamıza, daha derin düşünmemize yardımcı olan çalışmalar olduğuna dikkat çekerek bitireyim. Emrah Cilasun’un Said Nursi biyografisi kesinlikle böyle bir çalışma. Cilasun sadece Said Nursi’nin hayatında anlatılagelen bazı gariplikler ve karanlıklara ışık tutmuyor, aynı zamanda Osmanlı/Cumhuriyet modernleşmesinin Türkiye’de din-devlet ilişkilerini nasıl değiştirip dönüştürdüğüne dair de önemli gözlemler yapma fırsatı sunuyor. Kısaca Cilasun’un Said Nursi biyografisi bu konulara ilgi duyan herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap.


[1] Emrah Cilasun, Yeni Paradigmanın Eşiğinde Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği: Yabancı Arşiv Belgeleriyle, İstanbul: Tekin Yayınevi, 2018.