Sol gözüküp sola çelme takanlar

@EmrahCilasun

Evvela aşağıda birbirleriyle hiç alakası yokmuş gibi gözüken iki ayrı alıntıya bakalım.

Birinci alıntı, Adnan Bostancıoğlu’nun Dev-Yol liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu ile yaptığı Bitmeyen Yolculuk (Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011) başlıklı söyleşi kitabından:

Müftüoğlu: “11 Eylül günü öğle saatlerinde, Murat Belge acele görüşmek için haber göndermiş. Moda’daki evine gittim. O gece ordunun yönetime ele koyacağını ondan öğrendim.”

Bostancıoğlu: “Darbe haberini alınca oradan çıkıp nereye gittin? Eve mi gittin?”

Müftüoğlu: “Hayır, oradan hemen ayrılmadım. Gelen haberlere göre, bölgelerdeki askeri birliklere ertesi gün tutuklanacakların listesi de dağıtılmıştı. Ömer Laçiner ilişkide olduğu askerlerden o listeleri alıp getirecekmiş. Bir süre onu bekledim.”

Bostancıoğlu: “Burada yeri gelmişken bir şey soracağım. Bu görüşmenizi Murat Belge de kitabında anlatmış. Onun anlattığına göre sen ona cuntacılara karşı silahlı bir direniş gösterilmesinin doğru olup olmayacağını sormuşsun. Aramızda bu konuda nasıl bir konuşma geçtiğini hatırlıyor musun?

Müftüoğlu: “Tabii çok zaman geçti, kelime kelime hatırlamam zor. Ama Ömer Laçiner’i beklerken bu konuda da sohbet ettik. Ben kafamda o konuda soru işaretleri taşıdığım için onun da fikrini öğrenmek istemiştim. Darbecilerin en zayıf oldukları zamanın iktidarı ele aldıkları an olduğu söylenir. Önceden de tartışıp durduğumuz bir konuydu generaller idareye el koydukları zaman ne yapacağız? Tabii bu konuda bir tereddüt zaten kafamı hep meşgul etmiştir. Bu yüzden onun da ne düşündüğünü öğrenmek istemiştim. Hatırladığım kadarıyla Murat da cuntacıların çok kararlı oldukları, böyle bir şeyin hiç iyi olmayabileceği, katliama yol açabileceği gibi bir şeyler söylemişti… Neyse, Murat Belge’nin o söyleşide söylediği bir şey daha vardı, ‘Oğuzhan bana bu soruyu herhalde tarihe tanıklık etmem için sormuştu, işte ben de yerine getirmiş oldum’ demiş. Görüyorsun, nasıl on yıllar sonrasını tasarlayacak kadar hesaplı kitaplı hareket eden biriymişim! İnsanların benim hakkımda böyle şeyler düşünmelerine hep şaşırmışımdır.” (s.234)

İkinci alıntı, Halil Berktay’ın, “Sosyalistlerin Birliği Tartışmaları-10” başlığı altında TKP/ML’nin kurucu kadrolarından Aslan Kılıç’la yaptığı söyleşiden (Saçak, 1987):

Berktay- “Sayın Aslan Kılıç isterseniz önce en temel meseleden başlayalım. Artık 12 Eylül döneminin en koyu ve yoğun günlerinin geride kalmaya başladığı şu sıralarda, Türkiye için bir sosyalist partinin gerekli olduğunu ve kurulabilir olduğunu düşünüyor musunuz? Bu konudaki fikirlerinizi alabilir miyiz?”

Kılıç- “Bir tartışmacının (Doğu Perinçek) dediği gibi, tehlikesi ve ‘rizikosu olmayan bir devrimci iş yoktur.’ Hiçbir hak ve mevzi, tehlikeleri göze alarak, zorlukları yenme ve engelleri aşma azim ve kararlılığı ile girişilen çaba ve mücadeleler olmadan kazanılamaz.” (s.19)  

Müftüoğlu ve Kılıç’ın sözlerine dair çok şey söylenebilir. Ama konumuz ne Müftüoğlu ne de Aslan Kılıç.

Bizi burada ilgilendirmesi gereken mesele, Müftüoğlu ve Kılıç’ın, Belgelerle ve Laçinerlerle veya Perinçeklerle ve Berktaylarla aynı fotoğraf karesinde nasıl buluştuklarıdır.

Söz fotoğraf karesinden açılmışken şu fotoğrafa da iyi bakın:

10 Nisan 1986’da Şan Sineması’nda sırasıyla, sağdan sola Doğu Perinçek, Uğur Mumcu, Murat Belge, Yalçın Küçük ve Arslan Başer Kafaoğlu’nu bir arada görüyorsunuz.

Hatırlayalım;

12 Eylül Cuntası tüm gücüyle devrimi ve devrimcileri geriletmişti. Tıpkı Rusya’da, 1905 “yenilgisi” sonrasında olduğu gibi, Türkiye’nin “Stolpin gericiliği” sayılan o yıllarında, yeniden şekillendirilen siyasi sahneye, devrimi tasfiye etmek için bir legal parti, Sosyalist Parti fikriyle Perinçekleri ve Belgeleri çıkartmıştı.  

Fakat kitabın ortasından konuşacak olursak, yukarıdaki Müftüoğlu ve Kılıç söyleşilerinin de gösterdiği gibi, gerçek şu ki, devrimci hareketin tepesinde, iki ucu malum bir değneğin gölgesi her zaman var olmuştu.

Bu değneğin bir ucu Aydınlık, diğer ucu ise Birikim’di.

Birbirlerinin zıddı gibi gözüken ve aslında birbirlerinin aynadaki aksi cemali olan bu iki dergi çevresinin tarihsel rolü; her zaman baskı ve sömürü dünyasının, onun gücü olan devletin çıkarlarının farklı yollardan ama her halükârda “sol”dan gözetilmesi olmuştur.

1976’da sosyalist Çin’de kapitalizm restore edilirken, safını Deng-Hua kliğinin yanında belirleyen; onların 3. Dünya Teorisi gereğince devlete sarılan; canla başla NATO’yu savunan; CİA destekli ne kadar Doğu Avrupa’daki düşünce akımı varsa, bunları Kaynak Yayınları üzerinden neşredip, 12 Eylül sonrası devrimcileri ideolojik bombardımana tutan Doğu Perinçek’inAydınlık’ı ile keza 70’lerin ortalarından itibaren Avro Komünizm’i, Berlinguerleri, Hannah Arendtleri, Jürgen Habermasları, New Leftleri, devrimci militan sinirlerinden arındırmak için solun üzerine boca eden Belge’nin Birikim’i arasında ne fark var?

80’lerin ikinci yarısında Turgut Özal’ın Taksim Toplantıları’na katılmak ve devlete akıl hocalığıyapmak için can atan, 1987/88’lerde her fırsatta Abdurrahman Dilpaklarla bir arada görünmeye çalışan Perinçek’le; Cemil Meriç, Şerif Mardin, Said Nursi güzellemeleri yapan, 2000’lerin başından beri, Özal’ın da mirası üzerinde yükselen AKP’ye övgü üzerine övgü düzen, onun ideologlarından Abdurrahman Dilipak’la “akil adam”cılık oynayan Murat Belge arasında ne fark var?   İnanmayan, Dilipak, Perinçek ve Belge’yi bir arada gösteren 6 Haziran 1987 tarihli şu fotoğrafa bir baksın.    

80 öncesi devrimcilerini “sol”dan çelme atarak dizginlemeleri için devletin teveccühünü kazanan bu beyler, 80 sonrası da Kürt isyanını kâh içerden (Perinçek’in yaptığı gibi) kâh dışarıdan (Belge’nin yaptığı gibi) çökertmek için var güçleriyle uğraşmadılar mı? (GerçiKürt isyanı da,her iki taraftan da “faydalandığını” sanıp, kendi evrimi içinde başkalaşarak, her ikisinin temsil ettiği istikamette yürüyebileceğini kanıtlamıştı.)

Şimdi ömürlerinin son yarısına gelen bu beylerden biri tayinini siyaset sahnesinin dışına, yurtdışına talep ederken (Belge) diğeri, boyuna posuna bakmadan büyük bir ihtirasla kâh erkân-ı harbiyecilik oynamakta, kâh düzenin “solu”ndaki oyları bölüp, Saray’a destek olmak için kendini Cumhurbaşkanlığına aday ilan ederek sahne ışıklarını üzerine çekmekle meşguldür.

Gerçi ikisinin de makyajı dökülmüş ve ikisinin de “sol” olma iddiaları artık çocukları dahi güldürecek bir hal almıştır. Ama bu durum, yukarıdaki iki ucu malum değneğin gölgesinin tepemizden çekip gittiği anlamına gelmemektedir.

Bugün bu değneğin “Aydınlıkçı” ucu, hiç çekinmeksizin açıktan iktidarın eteklerinin altına girmiştir. Dolayısıyla gölgenin görünür etkisi eskiye nazaran şimdilik daha azdır. Fakat buna rağmen, solun kimi kanatlarında Aydınlık’ın zerk ettiği Kemalizm zehirinin etkisi ise gözlerden kaçmamaktadır    

Dün o eteklerin altında barınıp, tekmeyi yiyince boşa düşen “Birikimci” uç ise, “mağdur” durumunu avantaj telakki edip, “huylu huyundan vazgeçmezmiş” misali, hala kitleleri aldatmaya, sola “soldan” çelme takmaya devam etmektedir.

Bilenler bilir. Belge ve Laçiner ekolünün mümtaz kalemlerinden biri, Tanıl Bora diğeri de Ümit Kıvanç’tır.

Keza yine bilenler bilir ki  bu Kıvanç, Yeni Harman adlı Kemalist cerideye 2010 Şubat’ında verdiği bir mülakatta AKP sarhoşluğundan kendini alamayıp, aşağıdaki şu incileri döktürmüştü. Okuyalım:

“AKP neden iyi bir parti olsun ki? Neden biz onu sevelim ki?Zoraki demokrattır AKP. Ama aslında zoraki olması onu daha güvenilir kılar birçok açıdan. Kendisi istemese de kendisi o iyilikte olmasa da bir şeyleri yapmak zorunda.” (abç)

(Kıvanç, bu sözleriyle bugün hala kıvanç duyuyor mu? Bilinmez.)

“Ben sol örgüt liderlerinin Mesut Yılmaz, Tayyip Erdoğan ya da Tansu Çiller’den farklı insanlar olduklarını düşünmüyorum politikacı olarak.” (abç)

(Şayet Kıvanç, Murat Belge ve Ömer Laçiner’i,Mesut Yılmaz, Tayyip Erdoğan ya da Tansu Çiller’den farklı görmüyorsa, hiçbir itirazım olmaz. Ancak geçtim Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya örneklerini, Kıvanç, 12 Eylül’de yitirdiğimiz Süleyman Cihan’ı, Mehmet Fatih Öktülmüş’ü, İrfan Çelik’i ve daha nice devrimci önderleri, kendi cenahının burjuva politikacılarına benzeyen önderleriyle karıştırmamalıdır.)    

Yeni Harman’ın “Türkiye’de yaşanan değişim süreci nasıl yorumlamalı” sorusuna da şu tarihi cevabı vermiş Kıvanç:

“Solcuları çevirip soralım. Ne değişti, mesela hangi yasa değişti, soralım insanlara. Bir madde, bir şey sayacak insan çıkar mı? Çıkmaz, değil mi? Biliyoruz. Avukat falan değilse, özel alanı falan değilse, çıkmaz. Niye? Çünkü bizi ilgilendirmiyor. Oligarşinin yasaları filan. Emekçilere n’oldu ki falan diye bakmıyor muyuz hepsine biz? Tamam da bir tuhaflık yok mu peki burada? Yani mesela polis telaşa düşüyor bir takım yasa değişikliklerinden dolayı. Ama solcuları hiç ilgilendirmiyor. Hadi o ilgilendirmiyo, AKP bir fenomenGöreceğiz bundan sonra, ki bir sürü Batı üniversitesinde muhtemelen yapılıyordur, tez konusu oluyordur, araştırılıyordur (abç)

Yukarıda okuduğunuz bu meserret taşkınlığının sahibi, geçmişte söylediklerine bakmaksızın geçenlerde gazete duvaR’daki köşesinde “(1) Erdoğan şu başkanlığa kesin-net şekilde, son bir defa seçimle gelmek istiyor. Son seçim bu olsun istiyor. (2) Her şeye rağmen, seçimle gelinmeyen bir konumun -hem içeride hem dışarıda- o kadar sağlam ve kalıcı olamayacağını düşünüyor” diye yazmış. Ardından “niye” diye sormuş ve cevabı kendisi vermiş:“Çünkü burası, her şeye rağmen, seçimli-parlamentolu bir rejimin tadını almış bir ülke. Bizzat AKP seçmeni dahil çoğunluğun, ilk tökezlemede aklının ve gönlünün yine öyle bir duruma kayacağını Erdoğan biliyor. Demokrasi ve hukuk devletinin köküne kibrit suyu dökme yarışının son hız sürmesine rağmen dünyada da iyi kötü meşruiyeti kabul edilebilir seçimle başa gelmiş bir ‘tek adam’san göreceğin muamele farklı. En azından henüz böyle.”

Kaleminden zeka fışkırdığını sanan Kıvanç hızını alamamış ve devam etmiş; Sebepler üzerinde durmamız gerekmiyor; Erdoğan’ın seçim ısrarı ortada. Seçim risktir. Ortamı bile risktir. Buna rağmen öyle istiyor. İşte burada, siyasî alanda hiçbir umudun gözükmediği şu ortamda yegâne umut kaynağı var. Seçime girip kazanmaktan söz etmiyorum. Elbette bu da kolayca kenara atılacak konu değil, ama esas olarak, seçim diye bir şeyin olabildiğince doğru dürüst yapılabilmesi mücadelesinden, topluma ‘bunsuz olmayacağı’nın anlatılması uğraşından söz ediyorum.”

Yüksek Seçim Kurulu’nu buradan göreve çağırıyorum. Burjuva düzenin mükemmel koruyucusu ve kollayıcısı Ümit Kıvanç adlı bu “Birikimci”yi kurumunuzda derhal istihdam edin!

Kıvanç “sebepler üzerinde durmamız gerekmiyor” demiş. Hatırlayalım. Kendisinin de mensubu olduğu bütün bir liberal cenahın ala-yı vala ile iktidara yürümesine, gücünü tahkim etmesine yardımcı oldukları AKP, bir müddet sonra “hadi oradan sizin akıldaneliğinize ihtiyacım yok deyip” bunları “yeme” haklarından mahrum bırakmamış mıydı? Bunlar, sırf kendilerinin “yeme” hakkını yeniden elde etmek için, geniş kitlelerin AKP’ye olan öfkesini, gözyaşını, alın terini bir illüzyona kurban edip, 7 Haziran ile1 Kasım’da diğerleriyle birlikte parlamentonun kör kuyusuna boşaltmamışlar mıydı?

Ama gelin görün ki, hala utanmadan, arlanmadan, gelecek seçimin“umut kaynağı olduğunu” söylüyorlar.

Velhasıl Kıvanç’ın seçim tellallığı bana, Yeni Komünizm’in mimarı Bob Avakian’ın seçimlerin mahiyeti hakkındaki şu sözlerini hatırlatıyor:  

“Tarihsel perspektiften bakarsak, burjuva demokrasisinin büyük tılsımının yani seçimlerin ve yönetilenlerin kendilerini yönetenleri seçme hakkının gerçekte, burjuva toplumun işleyişi içinde, kralların ilahi hakkından daha fazla mutlak meşruiyete sahip olmadığını görebiliriz. Demokrasi, seçimler, gerçekte yönetici sınıfların versiyonudur. Bu, belli bir sistemin yapışık mitolojisidir. Mitoloji olan şey seçim yapmaları değildir, mitoloji olan seçimlerin taşıdığı anlam ve sonuçları hakkında söylenendir. Gerçekte seçimler, ‘halkın’ veya ‘egemenliğinin’ bir ifadesi değil, kapitalist sınıfın toplumda yönettiği ve ezdiği sınıflar ve gruplar üzerindeki sömürüsünü ve tahakkümünü, diktatörlüğünü sürdürmesini sağlayan sürecin ifadesidir.” (Bob Avakian, Devrim ve Materyalizm, Patika Kitap, İstanbul, 2015, s. 22-23)