Türkülerde İbo kitabının düşündürdükleri

Emrah CİLASUN

Emrah Cilasun, 9 Ocak 2023

Emrah CİLASUN

Mustafa Demir’in, İbrahim Kaypakkaya’nın “Katledilişinin 50. Yılı Anısına” derlediği,   Türkülerde İbo kitabını büyük bir ilgiyle okudum. Zira alanında şimdilik yegane olan bu çalışmanın beni ilgilendiren çeşitli veçheleri vardı. Onları burada okuyucu ile paylaşmak isterim.

Şayet benim gibi çocukluğunuzda ve gençliğinizde Kaypakkaya ekolünün içinde yetişmişseniz, kulağınız tabii ki belli başlı ozanların (Emekçi, Garip Şahin, Haydar Erdoğan, Zamani, Mehmet Koç, Bolşevik (Ferhat Tunç) ve Rençber’in) türkülerine, ağıtlarına, marşlarına aşinadır. Ve Türkülerde İbo kitabı sizi derhal içine çekip, çocukluk yıllarınıza, gençlik yıllarınıza geri götürür. Ancak buradan hareketle Mustafa Demir’in çalısmasını salt bir nostalji  kitabı gibi değerlendirmek fevkalade yanlış olur. Kitabı bir solukta okuduktan sonra bir müddet beklemeye (ya da demlenmeye mi desem) alırsanız ve ardından üzerinde derinlikli düşünerek tekrar okumaya başlarsanız, aşağıda üzerinde durup, tartışmak isteyeceğim hususlara zorunlu olarak takılırısınız.

İlk etapta Türkülerde İbo kitabının en dikkat çekici yanı, İbrahim Kaypakkaya hakkında ne kadar çok ağıt, türkü, marş ve şiir yazıldığıdır. İnsan, rekabet olsun diye değil, hakikaten meraktan, “acaba diğer devrimci önderler için de bu kadar çok eser yazılmış mıdır” diye sormadan edemiyor.

İkinci dikkat çeken husus, yazılan eserlerin kahir ekseriyetinin kır kökenli aşıklara ve ozanlara ait olmasıdır. Bu fenomen beni, yıllardır üzerinde durduğum, araştırmaya çalıştığım ve daha da derinleştirmek istediğim bir mevzuya, “İbocular sosyal akımı” mevzusuna getiriyor.

“Nedir bu, İbocular sosyal akımı” veya “neyi kastediyorsun” diye soracak olursanız, özetin özeti “İbocular sosyal akımı”, 1974 sonrası, kah bölgesel kah merkezi dönemlerde yeniden oluşmaya çalışan Kaypakkaya ekolünün sevk ve idaresinden bağımsız gelişen kendiliğinden bir harekettir.  Kahir ekseriyetini yüzeysel de olsa İbrahim Kaypakkaya’nın fikirlerinden, işkencede gösterdiği kararlılıktan ve Vartinik baskınından etkilenen kır kökenli insanların oluşturduğu (yoksul köylüler, kır kökenli öğretmen ve öğrenciler vb.) bu sosyal akımın diğer unsurları ise, 70’lerin ortalarından itibaren şehirlere göç edip, varoşlara sığınan yine kır kökenli insanlar (gündelik çalışan ameleler, hammallar, lümpen proletarya vb.) ve az sayıda da olsa şehir küçük burjuvalarıdır (sanatçı, entelektüel, lise ve yüksek öğrenim gençliği vb.).

Kaypakkaya ekolünün kontrolünden bağımsız, kendiliğinden gelişen ve büyüyen bu sosyal akıma, devrimci kamuoyunda “İbocular” denmekteydi. Ve çok ilginçtir, bu kendiliğinden oluşan fenomen esasen iki kaynaktan besleniyordu: Biri Nihat Behram’ın, Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit adlı eseri. Diğeri ise Aşık Emekçi’nin “Selam Olsun Halk İçin Ölenlere” adlı kaseti.

Devrim stratejisini kırdan şehire çizmiş İbrahim Kaypakkaya’nın fikirlerinin pek tabii ki sosyal tabanını da esasen köylüler oluşturacaktı. Bu kimilerinin hakir gördüğü, alaya aldığı kimlerinin ise gocunduğu gibi değil (özellikle 1974 sonrası Kaypakkaya ekolünün), bilakis övünülecek bir nişaneydi. Ve tabii her kendiliğinden akım gibi “İbocular sosyal akımı”nın da sınırlı görece bir ömrü vardı. İlk başta, nispeten daha dar bir örgütün doğal olarak hitap ettiği kitle ile bahsettiğim sosyal akım arasında uzun süre zorunlu bir asimetri oluşmuştu. Daha sonra ise, “İbocular sosyal akımı”nın bir kısmı Kaypakkaya ekolü içinde eridi (1978-80 arası), diğer bir kısmı ise ya 12 Eylül sonrası başlayan ve günümüze dek süren “gericilik yılları”nda sönümlendi (1980-2000), ya da siyaset sahnesinin yeni aktörleri olan Kürt milli hareketine veya azınlık inancı Aleviliğe entegre oldu.

Türkülerde İbo kitabı, işte bu sosyal akımın da bir nevi tarihçesini ama özellikle de müzik antropolojisinin alanına giren boyutunu gözler önüne sermekte. Zira dikkatli bir okuma yapıldığında, 1974’den itibaren yazılmaya başalanan “İbo türküleri”nde ilk göze çarpan husus, Anadolu Alevi aşıklık geleneği ile devrimci fikirlerin harmanlanmasıdır. Aslında evveliyatı 1960’ların sonlarına uzanan ve başını Aşık İhsani, Mahsuni, Şah Turna ve Şah Senem’in çektiği son derece zengin ve son derece güçlü bir dile sahip bu “devrimci ozan” tarzının Alevi inancından ziyade –her ne kadar tali planda kimi sembolleri içerse de- devrimci ve komünist fikirleri öne çıkartıyor olmasıydı. Ve bu eserler son tahlilde olumluydu.

İbo türkülerinin ikinci göze çarpan yanı ise, derinlikli olarak İbrahim Kaypakkaya’nın fikirlerine vakıf olmayan ama onun kendisini devrim için feda edişine yürekten bağlanan ozanların, “ser verip sır vermeyen yiğit” olarak adlandırdıkları bir ikon yaratmalarıydı. Kendiliğinden oluşan sosyal akımların ama özellikle de sanatın doğasında var olan “ikon yaratma” kati surette bir eleştiri konusu değil, bilakis belli ölçüde tolere edilebilecek bir husustu. Önemli olan, “yığınlara dışarıdan bilinci götürecek bir öncünün” yaratılan ikonla birlikte kendiliğindenciliğin kuyruğuna takılmayıp, ikonu yaratan düşünceyi dönüştürmeyi gerekli ve zorunlu görüp görmediğiydi. (Maalesef 1974 sonrası Kaypakkaya ekolünün tarihinde buna verilecek cevap, pek de olumlu değildir.)

Türkülerde İbo kitabında 1980’den ama özellikle de 90’lardan itibaren kaleme alınan ağıt, türkü, marş ve şiirlerde ibrenin, devrimci komünist fikirlerden daha çok Anadolu Aleviliğine doğru kaydığını görmekteyiz. Her ne kadar edebi olarak son derece başarılı ve güçlü olsa da bu eserlerde, herşeyden evvel İslam Devleti’ne 1300 küsur sene önce hangi köle sahiplerinin hükmedeceğine dair nihai savaş Kerbela’da, Yezid ordularına yenilen Hüseyin ile İbrahim Kaypakkaya (ve diğer devrimciler) arasında bir paralellik kurulması, ya da “yaradılanla yaradanın tek ve bir” kabul edildiği “Vahdet-i Vücud” tasavvufunun önemli temsilcilerinden olan Şeyh Bedrettin ile İbrahim Kaypakkaya arasında bir paralellik kurulması, Mao’nun değimiyle “ikiyi bir etmek” idi. Zira komünist dünya görüşü açık açık kendisini şöyle ifade ediyor:

“Bu sosyalizm, devrimin sürekliliğini; tüm sınıf ayrılıklarının kaldırılmasına, bu sınıf ayrılıklarının dayandığı tüm üretim ilişkilerinin kaldırılmasına, bu üretim ilişkilerinin karşılığı olan tüm sosyal ilişkilerin kaldırılmasına, bu sosyal ilişkilerin sonucu olan tüm fikirlerin devrimcileşmesine zorunlu geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğünün ilanıdır.”

Dürüst olmak gerekirse, komünizmin önüne alaşağı etmek için koyduğu bu hedefleri, bir inanç biçimi olan Alevilik, konumu gereği bilakis muhafaza eder. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri ötelenmesine ve gadre uğramasına rağmen kanaat önderlerince aslında hem siyaseten hem de iktisadi açıdan bu azınlık inancı, doğası gereği, bu sistemin yıkılmasını değil reform edilmesini talep etti. 80 sonrası Türkiye’de toplumun daha da İslamileştirilmesi ile başlayan dalgaya karşı Alevi kanaat önderlerinin ve/veya örgütlenmelerinin kendilerine, benzer mağduriyetten gelen (ve maalesef uzun süredir iktidar perspektifinden yoksun, reforma çok daha meyilli) devrimciler arasında müttefik araması son derece doğaldı. Ve aslında daha derine baktığımızda tüm bunlar Rusya’da, 1905 yenilgisi sonrası Stalin tarafından yapılan şu tespiti akla getirmekteydi:

“Rusya’da karşı devrim dönemi beraberinde sadece ‘gök gürültüsü ve şimşek’değil, fakat hareket üzerine hayal kırıklığı ve birleşik güçlerde inançsızlık getirmiş bulunuyor. Önceleri, ‘aydınlık geleceğe’ inanılmış ve bu nedenle hangi milliyetten olursa olsun birlik içinde mücadele edilmişti. Şimdi ise düşüncelere kuşku sızdı ve ayrışmalar başladı: ‘Herkes kendi ulusal meclisciğine; herkes sadece kendisine güvensin! Herşeyden önce ‘ulusal sorun’!”

12 Eylül sonrası ve günümüz Tükiye’sinde Stalin’in sözlerinin muhatabı ve düşünceye kuşku sızmasının sorumlusu pek tabii ki, Aleviler değil bilakis, pragmatistçe düşünüp, hareket eden ve kısa yoldan kitleselleşeceğini düşünen “öncü”lerdir. İster işçi hareketi, ister Kürt hareketi istrese de Alevi hareketi olsun, bunların ardına takılıp giderken “öncü”lerin gerekçesi, “bu hareketleri komünizme tabi kılacağım” iddiasıdır. Oysa yaşanan ve ispatlanan ise “öncü”nün özünde adım adım aslını inkar edip, dönüştürülmesi gereken çelişkinin tabiatına geçtiğidir.

Balkanlar’dan Orta Doğu’ya uzanan siyaset ile cemaat geçişkenliğinin bir benzerinin yaşandığı 90’lar Türkiye’sinde, bu fenomenin en karekterist örneklerinden biri, Cemal Şener’in 1995’de yayınlanan Bihatayık Evladı Kerbelayık – Kerbela’dan Seyit Rıza’ya başlıklı kitabının kapağında Ali, Seyit Rıza ve İbrahim Kaypakkaya’nın resmedilmesinde, bir diğer örnek ise, ölüm orucuna yatan devrimcilerin, Kerbela’daki Hüseyin’in neferlerini hatırlatan kızıl bantları alınlarına bağlamasında görülmekteydi. Türkülerde İbo kitabında, diğerlerinin yanı sıra Haluk Tolga İlhan’ın “Vartinikten çıkıp düştün yollara” adlı eseri ile Hasan Kaplani’nin “Kerbela destanı” bu bahsettiğim fotoğraf karelerinin besteyle güçlendirilmiş halidir. Ve açıkça belirtmekte fayda vardır ki, bu gidişle İbrahim Kaypakkaya adı ve fikirleriyle komünist bir devrimin pusulası olmaktan çok, siyasal İslam’a kaşı Alevi cemaatinin kendisini savunmak amaçlı oluşturduğu reform kalkanın bir parçası haline gelme tehlikesi ile karşı karşıyadır. “Öncü”lerin “devrim” tahayyülü ise “Cemevi Sosyalizm”nin sınırlarını maalesef aşamamaktadır.

Türkülerde İbo kitabına geri dönecek olursak, 176 sayfalık kitapta beni en fazla hayrete düşüren ve etkileyen Kul Sefili’ye ait, “İBRAHİM” adlı türkünün sözleri olmuştur. “Ser verip sır vermeyen yoldaşa” notunu düşme gereği duyan ozan, kaleme aldığı mısralarda Kaypakkaya’nın halkı da içine çekerek vermek istediği devrim mücadelesinin özünü anladığını (dayanamadım altını çizdim) gayet sarih, ajitatif bir dille anlatmaktadır:

“Sen, ser verip sır vermeyen öndersin

Dağda taşta, köyde kentte sen varsın

Yaramızı yoldaşlarımız sarsın

Kurşun geçirmez sol yanım İbrahim

Bilincinle ışık tuttun köylere

Sen dağlardan korku saldın beylere

Devrim için zindanlarda yerlere

Alıştı yatmaktan tenim İbrahim

Sosyalizmi yaydın kırdan şehire

Sen halkının için katlandın zora

Diyarbakır zindanında itlere

Sır vermedin sen “Aslanım” İbrahim

Vartinik’ler unutulmaz yaşanır

Bir gün devrim neferleri boşanır

Kadın erkek mavzerleri kuşanır

İşte o gün kurban benim İbrahim

İbrahim İbrahim canım İbrahim

Tükenmiyor hiç isyanım İbrahim

Sosyalizme sevdalıyız bu yolda

Feda olsun akan kanım İbrahim”

Türkülerde İbo kitabının bana göre en sanatsal şiiri ise Sevda K.’ya ait “FEDA” başlıklı şiirdir:

“Hadi toparlan gidelim

Vakittir

Geceyi kuşatıyor kelebekler

Ay kızıllaşmış

Yıldızlar bıçak ucu

Vartinik’te sofra kurmuş

Alevlerle sevişiyor deli yürekliler!

Yarası gizlidir

Üstüne tuz ezerler

Sabret müşkül gönül

Gün olur

Seni de bir yarada gizlerler

Artık çekilebilir deniz gözlerinden

Küstü mavi

Burası

Diyar-ı Bâkir

Dipsiz kuyularda büyüyor

Siyah inciler.”

Kaypakkaya ekolü ve camiasının ozanları tarafından yaratılan ajit-prop eserler son derece olumlu ve önemli bir miras olarak telakki edilmeli. Örnek olarak verdiğim Kul Sefili’nin türküsü ve Sevda K.’nın şiiri de bu mirasın içinde sayılmalı. Ama daha da önemlisi 21. yüzyılda İbrahim Kaypakkaya’yı devrimci yeni nesillere taşıyacak eserler hem bu mirası temel almalı hem de edebi diliyle, estetiğiyle bu mirasın çok daha ötesine geçmeli. Bu aynı zamanda müzik alanında da geçerlidir. Bir tarafta Mehmet Koç’un, Zamani’nin ya da Emekçi’nin, Garip Şahin’in artık çalınmaya çalınmaya, söylenmeye söylenmeye unutulmaya yüz tutumuş eserleri vardır ki, bunlar mutlaka yaşatılmalıdır. Diğer tarafta ise günümüzün genç devrimci nesil müzik sanatçılarının zengin enstrümanlarla, aranjman ve müzikalitesiyle geleneksel olanın ötesine geçen İbo türküleri, marşları, rapleri yapmaları sadece arzu edilmemeli aynı zamanda “eski tüfekler” tarafından da teşvik edilmelidir.

Türkülerde İbo kitabıyla düşün dünyamda bu ve benzer soruları provake ettiği için Mustafa Demir’e ne kadar teşekkür etsem azdır. Türkülerde İbo kitabı, genç araştırmacılar için önemli bir eşiği aşmıştır. Mutlaka okunmalı, üzerine tartışılmalı ve genç araştırmacılarla devamı gelmelidir.

Emrah CİLASUN