Erdoğan’ın Sung Çieng’i – Beş Parmak Dağları’ndan Finis Germania’ya uzanan bir kariyerin hikayesi
@EmrahCilasun (30 Kasım 2017)
Biliyorum, gündem Rıza Sarraf.
Fakat bu makalenin kahramanı, 27 Kasım’da, Habertürk’te katıldığı “Enine Boyuna” adlı programda, “Amerikan ceza kanunlarına göre diyelim ki Amerika’nın koyduğu ambargoyu delmeyi bir yere uydururlar, devletin aldığı karara karşı bir eylemde bulunmak diye. Amerika’da bu suç olur. Ama bu bizim için suç oluşturmaz” diyerek “anti emperyalizm” atfetdiği Saray’ı rüşvetiyle bile cansiperane savunacağını ispat etmiş oldu.
Onun için aşağıda okuyacağınız makalenin zamansız olmadığı gibi, tarihsel açıdan bir dizi önemli hususu içinde barındırdığını düşünüyorum.
Su Kıyısında romanını okudunuz mu?
Konu, 13. yüzyılda Çin’de, Song Hanedanlığı’nda geçer.
Siyasi ve iktisadi çalkantılar yaşayan hanedanın başı köylü isyanları ve çetelerle derttedir.
Köylü önderi Ch’ao Kai, 30.000 taraftarıyla Sarı Irmak’ın kenarında adeta kurtarılmış bir bölgede yaşamaktadır.
Romanın esas kahramanı Sung Çieng, rüşvet ve yolsuzluğa karşı olduğu için bir zamanlar memurluk yaptığı saraya sırtını dönmüş; etrafına topladığı savaşçılarla kendi çetesini kurmuştur. Fakat Sung Çieng, hanedana ve onun düzenine asla karşı değildir. Bilakis her zaman canla başla hanedana bağlılığını dile getirmiştir.
Nihayetinde bu sadakat, hanedanın teveccühünü kazanacaktır. Sung Çieng, savaşçılarıyla birlikte Ch’ao Kai’ın kurtarılmış alanına sızmayı başaracak; Kai’ı liderlikten ihraç edecek ve 30.000 kişilik gücü içeriden çökertecektir.
Sung Çieng hanedan tarafından affedilir ve saraya yüksek rütbeli bir memur olarak geri döner…
(Meraklısı için küçük bir not: 1966’da Kızıl Çin’de patlak veren Büyük Proleter Kültür Devrimi esnasında kapitalist yolcuların kendilerine rehber aldıkları Sung Çieng ve onu anlatan Su Kıyısında romanı, Mao’nun önderliğindeki devrimci karargah tarafından eleştiri bombardımanına tabi tutulmuş ve böylece “Su Kıyısında Romanının Eleştirisi” başlıklı bir makale kaleme alınmıştır.)
Teşbihte hata olmaz. Makalemizin kahramanı günümüzün hanedanı Recep Tayyip Erdoğan’ın teveccühüne mazhar olan Sung Çieng pardon, Doğu Perinçek’tir.
Perinçek’in geçmişine yapılacak kısa bir yolculuk, kahramınımızın, Sung Çieng ünvanını fazlasıyla hak ettiğini gösterecektir.
Dayısı (Turhan Olcaytu) Türk ordusunda tümgeneral, babası (Sadık Perinçek) ise yıllarca Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nde milletvekilliği yapmış olan Doğu Perinçek, Türkiye “müesses nizamı”nın adeta içinde doğmuştur (1942).
1968 gençlik hareketlerinin tüm dünyayı etkilediği yıllarda, Perinçek de Türkiye’deki gençlik hareketinin içinde yer almış, kendi grubunu kurmuş; Kemalizm’e ve Türk milliyetçiliğine olan sadakatinin üstünü, sol militan bir söylemle ve hatta daha sonraları Türkiye’nin batısında, Söke’de, Beş Parmak Dağları’nda saklanarak örtmeyi becermişti. İdeolojik hattını ve bu siyasi manevrasını fark edip, açıktan eleştiren İbrahim Kaypakkaya gibi muhaliflerini ise o zamanki yoldaşı Halil Berktay ile birlikte kâh ortadan kaldırmayı düşünmüş, olmadı ölümle tehdit etmiş kâh yakalanmasının ardından, polis sorgusunda ele vermiştir.
1976’da Çin’deki kapitalist darbenin ardından açıktan kapitalist yolcuların, Teng Hsiao-ping gibi revizyonistlerin safında yer alan, Soğuk Savaş yıllarında ABD ile SSCB blokları arasındaki çekişmede tercihini ABD’den ve NATO’dan yana yapan Perinçek, o yıllarda adeta bir iç savaş yaşamakta olan Türkiye’de, keza açıktan devletin yanında yer almakta hiçbir beis görmemiştir. İdaresi altında yayınlanan günlük Aydınlık gazetesinin, o zamanlar en bilinen icraatlarından biri de çeşitli sol gruplara mensup kişilerin isimlerini ve adreslerini ifşa etmek olmuştur. Daha sonra 12 Eylül 1980’de gerçekleşecek askeri darbenin ardından devrimcilerin yargılandıkları askeri mahkemeler, iddianamelerini Aydınlık gazetesinin bu listelerine dayandıracaklardı.
Cuntanın “sağa da sola da karşıyız” demagojisine uygun olarak tutuklayıp yargıladığı Ecevit ve Demirel gibi tanınmış siyasilerin yanı sıra, o dönem henüz ikinci ligin bir hayli alt sırlarındaki bir siyasetçi olan Doğu Perinçek ve arkadaşları da askeri mahkemelerin önüne çıkartılmışlardı. Fakat kahramanımız o “zor şartlarda” bile sanık kürsüsünden, rejime olan sadakatini, darbenin başı Evren’i referans göstererek, NATO’yu nasıl canla başla savunduğunu anlatarak dile getiriyordu. Okuyalım:
“Orduya yönelen saldırılara bir cevap vermek üzere, Başkanlık Kurulu üyemiz Oral Çalışlar, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Evren’den özel bir demeç alarak, Aydınlık’ta yayınlamıştır. Aydınlık’ın 28 Mart 1980 günlü sayısının manşeti şöyledir: ‘Türkiye Hitler Almanyası olmadığı gibi, Silahlı Kuvvetleri ne Militaristtir ne de Faşist.’” (Türkiye İşçi Köylü Partisi Davası Sorgu, Türkiye Bülteni Yayınları, Frankfurt am Main, 1983, s. 38)
“Türkiye İşçi Köylü Partisi, yurdumuzun savunulması konusunda o kadar ciddi ve sorumlu bir tutum almıştır ki, NATO’nun geçmiş dönemdeki niteliğinden doğan yargıların dahi üstüne düşerek, Sovyetler Birliği’ne teslimiyet yönünde bir NATO’dan ayrılışa karşı çıkmış, NATO’nun Moskova karşısında yarattığı ağırlığı tespit etmiş, Sovyetler Birliği’nin yayılmasını gemleyen her güce önem vermiştir.”(Age. S. 39)
Bu Soğuk Savaş jargonunu birkaç sene sonra bırakacak olan kahramanımız, özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz, Türkiye’nin yeni siyasi ortamına ayak uydurmakta zorlanmadığı gibi, 1984’de başlayan Kürt isyanını, rejimin en öncelikli meselesi olarak tespit etmekte de gecikmedi. Hoş, üzerinde taşıdığı “sol” palto bir hayli yıpranmıştı ama onu hem tamir etmesi, hem de rejime olan sadakatini göstermesi için inisiyatif üstlenmesi gerekiyordu. Perinçek, Eylül 1989’da fırsatı değerlendirdi ve Kürt isyancıların lideri Abdullah Öcalan’la, Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde buluştu. Tarafların kameralar önünde birbirlerine karşılıklı çiçek vermekten çekinmedikleri bu flört, 1991 Birinci Körfez Savaşı’na kadar sürdü. Her iki taraf da bir “kazan-kazan” hesabı gütmekteydi. Perinçek, bu süre zarfında Kürt isyancılar üzerinden yıpranmış “sol”cu karizmasını onarmaya; Öcalan’da sesini rejime duyurmaya çalışıyordu. Ama Perinçek, bunun da ötesinde “Kürt Sorunu”nun çözümüne dair bir “reçete”nin varlığından bahsediyordu. Aslında bu “reçete” vaktiyle “Kurtuluş Savaşı”nın başlangıç yıllarında, devletin kurucusu Mustafa Kemal’in kaleminden çıkan, Kürtlere muhtariyet vermekten bahseden ama daha sonra 1925’deki Kürt ayaklanması bahane edilerek rafa kaldırılan 1919 tarihli Amasya Protokolleri’nin ta kendisiydi. Kraldan çok kralcı olan kahramanımız bir yandan rejime, cephaneliğinde olan bu mühimatı hatırlatırken öte yandan da Kürt isyancılarına “sol”dan atmak istediği çelmeyle onları, rejimin minderine düşürmek istiyordu. Perinçek’in bu “mıntıka temizliği”, meyvelerini Cumhurbaşkanı Özal’ın son yıllarında vermeye başlayacak, Ankara ile Kürt isyancılar arasında ilk gayrı resmi ateşkes sağlanmış olacak ama tüm bunlar, rejimin gözünde daha hala ikinci lig siyasetçi olan Perinçek’e lüzum görülmeksizin gerçekleşecekti. Son tahlilde rejim, isyancılarla anlaşmaya daha hazır değildi… Öcalan ise şimdi önderlik ettiği isyanın, uluslararası aktörlerce tanınması için Birinci Körfez Savaşı’nın beraberinde getirdiği fırsatlara odaklanıyordu. Yani, buna göre şimdilik Ankara’dan ümidini kesmiş olan Kürt isyanının önderi, SSCB bloğunun da çöktüğü o yıllarda, hem askeri olarak Kürdistan’ın diğer parçalarında (mesela Irak’da) konuşlanmayı hem de uluslararası arenada Türk tarafını sıkıştırmak için, Ankara’nın Batılı müttefikleri nezdinde kabul görmeyi deniyordu.
Perinçek’e dönecek olursak… Doğu Bloku’nun çöktüğü ve Soğuk Savaş’ın artık bittiği “çok kutuplu dünya” konjonktüründe kahramanımız, Türk rejiminin bekasını “Avrasya” aksında görmeye başlamıştı.
2000’lerin başında ABD ve Avrupa, tercihini “ılımlı İslam”ın temsilcisi olarak tanımladığı AKP’den yana yaptığında, bunun bir rejim değişikliğine doğru evrileceği korkusu taşıyan asker-sivil bürokrasi ve onların siyasi temsilcisi olmaya can atan Perinçek bir hayli gerilemiş durumdaydı. AKP hükümetinin, devleti İslami yönde yeniden yapılandırmak için Kemalist paradigmadan, resmi devlet ideolojisinden kopması kaçınılmazdı. Jön Türk geleneği üzerine bina edilmiş, Ermeni Soykırımı ve Kürt katliamları gibi bir dizi tarihsel kambura sahip Kemalist ideolojinin, konjonktür gereği sözde bile olsa (başta Çözüm Süreci olmak üzere) AKP’nin, rejimin geçmiş tarihini adım adım revize etmesi elzemdi. Hatta devletin bekçisi TSK’yı dahi baştan aşağı yeniden kalıba sokması şarttı. (Tüm bunlar, geçen yazımda da değindiğim gibi (LİNK) AKP’nin, rejimin “kurucu lideri” olarak “Gazi Mustafa Kemal Atatürk”e yaptığı vurguyla çelişmemektedir.)
Öte yandan bu ortam eski paradigma savunucularıyla “kim daha Türk milliyetçisi” yarışını kızıştırdı. İşte burada Perinçek’e yeniden “gün doğmuş”tu. Kahramanımız, asker-sivil bürokrasi başta olmak üzere, etrafına topladığı bir dizi aşırı sağcı, hatta faşist güçle birlikte sadece Türkiye’de değil Avrupa’nın önde gelen şehirlerinde “Ermeni soykırımı bir yalandır” kampanyalarıyla, Türk dışişlerini adeta mahcup etmekteydi.
Ancak devlet katında değeri hala yeterince takdir edilemeyen Perinçek, 2008’de bir kez daha rejimin gazabına uğradı. O yıllarda ABD ve Avrupa’nın da desteğini arkasına alan AKP hükümeti, kendi yol haritası doğrultusunda devleti yeniden tahkim ederken önünde engel olarak gördüğü asker (ve kimi sivil) bürokrasi içindeki geleneksel güçleri hem tasfiye etti hem de onlarla birlikte bu arada Perinçek’i de hapise attı. Evet, ilerlemiş yaşına rağmen kendisi açısından hiç de hoş olamayan bu hapis macerası gerçi tam yedi sene sürmüştü ama bazı tesadüfler de kahramanımızın imdadına yetişmişti.
Arap Baharı’nın beraberinde getirdiği siyasi-ideolojik boşluk, AKP açısından tarihin sandığını açımış ve onun “Yeni Osmanlı” hayallerini hortlatmıştı. Bu hortlayan hayalin altında tabii ki AKP’nin iktidara geldiği günden beri teşvik etmekten çekinmediği İstanbul merkezli geleneksel Türk sermayesinin ve palazlanmasına önayak olduğu İslamcı “Anadolu Kaplanları” diye adlandırılan yeni girişimcilerin, Ortadoğu ve Afrika merkezli pazarlarda yaşadıkları rekabet yatmaktaydı. Fakat çok daha önemlisi bu bir dereceye kadar göz yumulabilecek iktisadi rekabet, siyasette ise, Batı’nın “ılımlı İslam modeli” diye umut bağladığı AKP’nin, İslam köktenciliğine doğru koşar adım ilerlemesine kapıyı aralıyordu. Ve bu öngörülmeyen çelişkilerin kızışmasına ve haliyle AKP’nin İslamcı ideolojisinin dinamiği ile birlikte, Batılı dostlarıyla arasındaki ilişkinin nahoş bir hal almasına doğru evrilecekti. Bu ve buna benzer sorunların bir devamı olarak, 2014’e kadar içeride AKP’nin zımni koalisyon ortağı, yargı ve kolluk kuvvetleri içinde önemli bir güce sahip durumdaki Fetullah Gülen cemaati ile arasında baş gösteren kavga, hapiste çürütülmeye terk edilen eski asker bürokratlarla birlikte Perinçek’e de adeta bir “hayat öpücüğü” verdi ve tahliye olmalarını sağladı. Kahramanımız tahliye oluşunu taraftarlarına, “Silivri duvarlarını yıkarak çıktık” diye pazarlayacaktı.
Siyasi kariyerine illegal Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin (1969-1978) şefi olarak başlayan Perinçek, sisteme entegre oldukça legalleştirdiği örgütünün adını ve sosyal tabanını konjonktüre uygun olarak değiştimesini her zaman bildi. Kahramanımız, 1978-1980 arası Türkiye İşçi Köylü Partisi; 1991-1992 arası Sosyalist Parti; 1992-2015 arası İşçi Partisi adlarını taşıyan örgütünü, hapisten çıktıktan sonra derhal Vatan Partisi diye değiştirdi.
Yönetiminde eski sivil ve asker bürokratın, faşist ve muhafazakar siyasetçi ve bakanın yer aldığı partisiyle kahramanımız, 15 Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsünün ardından Türkiye siyasi sahnesinin ortasına adeta mancınıkla fırlatılmış gibi düştü. “Önce milli bağımsızlık sonra laiklik” diyen Perinçek, sadece Kürt şehirlerinin yerle bir edilmesinde “Kemalist-İslamcı” diye adlandırdığı Erdoğan’ı canla başla desteklemekle kalmadı, aynı zamanda rejim için önden gidip, “mıntıka temizliği” yapan piyade fonksiyonunu daha da fazlasıyla üstlendi.
İçine sızılıp, içeriden çökertilecek sol ve radikal akımlar geride kalmış; şimdi ise rejime olan sadakatini fazlasıyla ispatlayan Sung Çian, namı diğer Perinçek, her ne kadar tenzil-i rütbeye uğradıysa da, hanedanın adeta dış dünyadaki özel temsilcisi olmak istiyordu.
Misal, Suriye krizinde Rusya ile ihtilaf mı yaşanmaktadır, Perinçek’in adamları Moskova’da kulis ve lobi faaliyetindedir. Ankara ile Şam arasında atılan köprüleri ise kahramanımız zaten yıllardır tamir etmekle meşguldür. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi referandum mu yapacaktır? Daha Türk dışişleri harekete geçmeden, anti-Kürt koalisyonu oluşturmak için Perinçek çoktan İran’da, mollaların huzuruna çıkmıştır bile. İnisyatif alarak rejimin gözüne girmek için elinden geleni yapan Perinçek’in tabii ki faaliyetleri sadece Ortadoğu ile sınırlı değildir.
Bir zamanların “sol”cusu kahramanımız, dünyanın emperyalist/kapitalist talanına gocunmamaktadır. Bilakis o, vaktiyle savunduğu emperyalist NATO bloğuna karşı şimdi “mazlum” diye pazarlamaya çalıştığı emperyalist Şanghay İşbirliği’nden yanadır. Perinçek’in gönlü Ankara’nın Pekin-Moskova aksına dahil olmasıdır. Hatta 60’ların ikinci yarısında hukuk doktorasını Berlin’de yapan kahramanımızın bir diğer muradı da Alman emperyalizmini, Avrasya koalisyonunun yanına çekmek, olmazsa Berlin’i tarafsızlaştırmaktır.
Zira 2017’nin Mart’ında Almanya Cumhurbaşkanlığına seçilmesi vesilesiyle Frank-Walter Steinmeier’e, Göthe’nin “Batı-Doğu Divanı”nı hediye eden Perinçek’in güttüğü siyaset, Bellevue Sarayı’nın yeni sakinine yolladığı iltifatla bezenmiş kutlama mektubunun satır aralarından da apaçık sırıtmaktadır: “Sizin Federal Almanya Cumhurbaşkanı seçilmeniz, dünya barışının güvencesi olan Çok Kutuplu Dünya için mücadeleyi güçlendirmiş ve Avrupa-Asya Birliği’nin, başka deyişle Avrasya’nın insanlığa kazandıracağı değerler için yürütülen çalışmalara yeni bir ufuk getirmiştir.“ (27 Mart 2017 tarihli mektuptan, vurgular bana ait)
Perinçek hediye ve iltifat mektuplarıyla yetinmeyip, 14 Eylül 2017’de çıkıp Berlin’e gitti. Burada kimlerle görüştü bilinmez ama verdiği demecin içine yerleştirdiği şu cümleler gözden kaçacak gibi değildi: “Almanya bizim güvenliğimizin batı ucundaki unsur. Türkiye de Almanya’nın güvenliğinin başladığı yerdir. O bakımdan iki ülke birbirinin dostluğuna muhtaç. Ekonomik bakımdan da öyle. Almanya bizim üçüncü büyük ticari ortağımız aynı zamanda en çok ihracat yaptığımız ülke Almanya. Onun için bu iki ülkenin dost olması lazım. Tarihten gelen dostluğu var. Birinci Dünya Savaşı’nda silah arkadaşlığı var.” (Vurgular bana ait)
Fakat anlaşılan kahramanımız beklediği yüzü şimdilik Alman devlet ricalinden bulamamış olmalıydı ki, bu sefer de dümenini Almanya seçimleri sonrası, kendisi gibi aynı kumaştan olan Gauland ve Weidel’in faşist AfD’sine kırdı. Zira Vatan Partisi’nin Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Yunus Soner (ki kendisi Perinçek’in yeğenidir), 28 Eylül 2017’de Russia Today televizyonuna verdiği mülakatta, “Seçimin yükselen gücü, kazanan gücü sizin de haberinizde belirttiğiniz gibi AfD oldu. AfD mülteci sorununa dikkat çekti. Avrupa’daki mülteci sorununun, Washington’un Irak, Suriye, Libya ve kısmen Türkiye’ye yönelik askeri müdahalelerinden kaynaklandığını çok iyi biliyoruz. Bu yüzden bence bu seçim sonucu Almanya’nın yönünü değiştirerek Avrasya’ya yönelmesine sebep olacak. Rusya ile daha farklı ilişkiler kurmasına, Çin ile daha iyi ilişkiler kurmasına, ABD ile daha mesafeli bir ilişki kurmasına, daha özgüvenli bir Almanya olmasına yol açacak ve tabii ki Türkiye-Almanya ilişkilerinin de değişmesine sebep olacak. Çünkü eğer AfD’nin de programında belirttiği gibi milliyetçi ve bağımsız bir Almanya için çalışıyorsanız, müttefikleriniz olması gerekir. Türkiye bu müttefiklerden biri” diyordu. (Vurgular bana ait)
Gerçi Soner “Avrupa’daki mülteci sorunu”nda Avrupalı emperyalistlerin dahlini görmemeyi yeğleyip, faturayı sadece ABD emperyalizmine çıkarmakla faşist AfD’ye göz kırpıyordu ama övdüğü partinin liderlerinden Alexander Gauland, 16 Ağustos 2017’de Almanya’nın Sesi’ne verdiği mülakatta “Erdoğan, Yeni Osmanlıcı siyaset gütmediği sürece Türkiye’nin NATO üyeliğinin devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Soğuk Savaş boyunca Türkiye, ittifakın bekçilerindendi ve bundan sonra da dışarıda bırakmak için bir sebep görmüyorum” diyerek, Soner ve dayısı Perinçek’in stratejisine denk gelmeyen, Türkiye’yi “bekçi” olarak niteleyen NATO’cu güfteyi terennüm ediyordu. (Kim bilir? Belki de Türk Nasyonal Sosyalistleri umutlarını, AfD’de Gauland’ın ötesinde, parti içerisinde kendilerine yakın olabileceğini düşündükleri daha iri kıyım faşistlere bağlamışlardı.)
Almanya seçimleri ve AfD’nin zaferi gene de Vatan Partisi içinde bazı kafa karışıklıklarına yol açmış olmalı ki, bunları gidermek için partinin Genel Başkan Yardımcısı Ali Mercan, 3 Ekim 2017’de Aydınlık’ta yayımlanan “AfD eleştirileri ve Alman milliyetçiliği” başlıklı makalesine “Avrasya Atlantik saflaşmasının uluslararası ilişkilerde belirleyici olduğu günümüzde, Almanya’daki milliyetçi dalgayı ve AfD’nin zaferini nasıl değerlendireceğiz? Avrupa milliyetçiliği eşittir ırkçılık ve faşizm midir? Almanya’daki son seçimlerin galibi AfD tartışmaları bunları ele almayı gerektiriyor” diye başlıyordu. Mercan’a göre, “bu gün Atlantik hakimiyetine karşı çıkan milliyetçi akımlar ve kapitalist ülkeler de haklı konumdadırlar. Almanya ve Avrupa’da kuvvetli bir milliyetçi dalga vardır ve AfD bunun ürünüdür.” Dolayısıyla AfD programına da atıfta bulunan yazar, “Programı çok açıktır: Atlantik’e karşı milliyetçi bir çizgidedir. Biz de Almanya’dan bunu istemiyor muyuz?” diye soruyordu. Bir yandan kendi tabanını, “AfD çizgisini Trump’ın Avrupa’daki yansıması olarak yorumlamak çok yanlıştır. AfD Trump milliyetçisi değil Alman milliyetçisidir. Zaten bütün Avrupa’da milliyetçilik rüzgârı esmektedir. Amerikan milliyetçiliği şu an itibariyle hegemonyacılıktır, ezilen ve gelişmekte olan ülkelere kanlı saldırılar ve parçalama faaliyetleridir”diye ikna etmekle meşgul olan Mercan, öte taraftan şu cümlelerle sanki sadece AfD’ye mavi boncuk dağıtmakla kalmıyor, aynı zamanda AfD’yi takdir etmesi için Alman devletine akıl vermeye de çalışıyordu: “Almanya ise Atlantik’e karşı kendisini savunmak ekonomik gelişmesini sağlama almak için milliyetçiliğe sarılmaktadır. AfD aslında Atlantik’ten uzaklaşıp milliyetçiliğe sarılan Alman (AB) toplumunun duygularını açık olarak yansıtmaktadır. Bu partiye yapılan saldırılar aslında Almanya’nın Atlantik’ten uzaklaşmasına tepkinin örtülü ifadesidir.”
Kötü ünlü Kürt korucusu aşiret ağalarıyla objektiflere gülümsemesiyle meşhur, Vatan Partisi’nin “Kardeşlik Bürosu”ndan sorumlu Ali Mercan, anlaşılan şimdi de Alman faşistleriyle bir “kardeşlik” örmekteydi. Öte yandan yazar, hem Erdoğan’ın 2016 başlarında, devlet başkanlığı münakaşalarında gizlemediği Hitler hayranlığını görmezden gelmekte hem de hanedanın siyasi bir manevrayla Alman seçimleri öncesi verdiği demeçleri “boşluğa savurduğu Nazizm, faşizm suçlamaları olgulara dayanmamaktadır” diye eleştirmekteydi(!).
Acaba Saray ve Uşağı Almanya siyasetinde, “iyi polis, kötü polis”i mi oynuyor bilinmez ama Mercan’ın, Almanya’da AfD ve diğer faşistlerin hortlaması karşısında infiale kapılan milyonları hiçe sayarcasına “Almanya’da her milliyetçi fikir ve davranışa ‘Nazizm’, ‘faşizm’ yaftasıyla yaklaşan”ları aklı sıra “PKK’ya, PYD’ye, ‘Bağımsız Kürdistan’ komplosunun şefi Barzani’ye ve benzerlerine en iyimser görüşle müsamahakâr davran”makla suçlaması son derece ucuz bir demagojidir.
Zira bu Nazizm ve faşizm severliğin saldırganlıkla gözlerden neyi ırak tutmaya çalıştığı, benim açımdan, en geç 15 Ekim 2017 itibariyle açıklığa kavuşmuştur.
Frankfurt Kitap Fuarı’nda, AfD de dahil Almanya’daki ırkçı ve faşist, irili ufaklı bir dizi harekete ideolojik rehberlik eden “Antaios Yayınevi”nin standında, Sezession dergisi yazarlarından Benedikt Kaiser’le konuşuyorum. Yayınevinin ‘Bestseller’i, 1933-1945 arası Nazi Almanyası’nı sahiplenen Finis Germania’ya [Almanya’nın Sonu]“Türkiye’den ilgi var mı” diye soruyorum.
Yüzü gülen Kaiser, gururla “Vatan Partisi’nin Kaynak Yayınları telif hakkı için başvurdu” diyor ve karşılığında kendilerinin de Vatan Partisi’nin aylık yayın organı “Teori’den iki makaleyi şu anda Almanca’ya çevridiklerini” ekliyor.
Kaiser konuşmaya devam ederken kafamın içinde binlerce fotoğraf karesi akıyordu. Bunlardan biri, Perinçek’in “sol” iddia ve söylemlerle 70’lerin başında Söke’de, Beş Parmak Dağları’ndaki mağarada saklandığı ana aitti. Kendisini ne gibi bir geleceğin beklediğini kahince sözleriyle Kaypakkaya yüzüne söylemişti o mağarada. 46 sene öncesinin Sung Çiang’ı, şimdi Alman türdeşleriyle Finis Germania’da buluşmuştu…
Belge bilgi dolu nefis bir makale, emeklerinize beyninize sağlık.