Aykırı Akademi SÖYLEŞİ – Selnur Aysever

 

30 Nisan 2017

SÖYLEŞİ – Selnur Aysever

Emrah Cilasun ile İbrahim Kaypakkaya Üzerine…

Geçtiğimiz günlerde Emrah Cilasun’un “Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya” isimli kitabı yayımlandı. Tekin Yayınevi, İbrahim Kaypakkaya’nın 43.ölüm yıldönümü nedeniyle yeniden bastı kitabı. Kitapta “Ser verip sır vermeyen” bir devrimci olarak bilinen İbrahim Kaypakkaya’nın bilinmeyen yazılarına yer verilmiş. Hamasi bir anlatımdan öte, onun ideolojik dünyasını ortaya koyan, eleştirilerini, tezlerini, mücadeleye ilişkin düşüncelerini anlatan bir kitap olduğunu söylemek gerekiyor. Kanımca tam da bu sebeple, Marksizm’e inanmış, devrim mücadelesinde taraf olmuş, başka dünyanın inşasına kendini adamış “herkesin” Emrah Cilasun tarafından titizlikle kaleme alınmış bu kitabı okuması, üzerine tartışması gerektiğini düşünüyorum.

“Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya” isimli kitabınızın hedeflediği okuru tanımlamanız mümkün mü? Şöyle ki, kitabınızda kahramanlık öyküleri üzerinden değil de ideolojik düzlemde anlattığınız bir devrimci var. Bilimsel Marksizm, dünyada ve Türkiye’de devrimci mücadelenin tarihine ait alt yapısı olmayan birinin kolaylıkla anlayamayacağı bir kitap olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz?

Çok haklısınız. Hakikaten sizin tabirinizle “alt yapısı” olmayan bir okur için bu kitabın anlaşılması zor, fakat imkânsız değil. Sınıflı toplumda yaşıyoruz. Bu kapitalist toplumda bilgi, aynı nitelikte, eşit, aynı seviyede insanlara sunulmuyor. (Zaten komünizmin amaçlarından biri de bu çelişkiyi ortadan kaldırmaktır. Proletarya diktatörlüğü altında çözülmesi gereken çelişkilerden biri de budur.) O nedenle, monoblok bir okur kitlesi olmadığı için kitabın amacı, “en ilerilere” hitap etmektir.

Burada “ileri”den kastettiğim, toplumdaki çelişkilere karşı ilgisiz kalmayan okurdur. Ben bu tip okurun iki farklı grupta kümelendiği kanısındayım.

Birinci grup, fikren daha hala komünizmin eski sentezinden (1871 ile 1976 arasındaki, komünizmin birinci evresine ait olan) kopamamış olanlardır. Bugün ister kendisini Marx, Lenin, Mao veya ister Troçki ya da Che Guevara yanlısı olarak tanımlasın –hiç fark etmez- bu insanların savunduklarını iddia ettikleri fikirlerin birbirleri arasındaki ayrışım çizgisi neredeyse yok denecek kadar azdır. (Mesela 1968’de bir Maoist ile bir Troçkist arasındaki ayrışım çizgisi son derece barizdi. Bugün bundan bahsetmek mümkün değildir.) Kitapta da belirttiğim gibi, bu grupta iki eğilim söz konusudur: ya geçmişin hatalarından kopmamakta ısrar ya da geçmişin başarılarını ve doğrularını benimsememekte ısrardır. Aynada birbirlerinin yansıması olanların oluşturduğu bu grubun griliğini, pas tutmuşluğunu, cansız, “ölü ozanlar derneği” vari kasvetini artık çekmek istemeyen, ondan kurtulmak isteyen yoğunla insan vardır. Yaşları kaç olursa olsun işte o insanlar bence bu kitabın “hedef okur”udurlar.

İkinci grup ise esasen gençlerden oluşan, Gezi gençliği ve ondan sonra gelen nesildir. Gene vurgulamakta fayda var. Bu grup da monoblog değildir. Bu grubun –tabiri caizse- bu ceberrut sistemden kopmak isteyen, “başka bir dünya mümkün mü” diye soran, arayan en asi, en “fırlama” kesimleri (özellikle de genç kadınlar) bu kitabın “hedef okur” kitlesidir.

94 senesindeki ilk baskı önsözünde, Kaypakkaya’nın hasımları tarafından göz ardı edilmesinden ve bunun arkasında takipçilerinin payı olduğundan söz ediyorsunuz. Halen aynı noktada mısınız ve neden?

Evet! Halen aynı noktadayım. 18 Mayıs 1973 ile 9 Eylül 1976 tarihleri, Kaypakkaya takipçileri açısından iki önemli kırılma noktasıdır.

Birincisi, Kaypakkaya’nın ele geçmiş olması, onun düşüncelerinin de ele geçtiği anlamına gelmiyordu. Kitapta yer verdiğim, arkadaşlarına hitaben kelepçeyle bağlı olduğu yatağından yazdığı mektup çok açıktır: “Ben yakalandım, siz devam edin” mesajını içermektedir. Ama biliyoruz ki öyle olmadı. Kaypakkaya’nın çizgisi bizzat yoldaşları tarafından kuşkuyla karşılandı. İbrahim Kaypakkaya’nın “subjektif” olduğunu ve “sol hata” yaptığını bizzat yoldaşları dillendirdiler.

Demeye kalmadı, üstüne üstlük bir de, 9 Eylül 1976’da, Kaypakkaya’nın bütün bir fikir dünyasının temelini oluşturan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin önderi Mao Zedung ölüp de, “4’lü çete” diye karalanan Mao’nun yoldaşları hapse atılıp, Kızıl Çin’de kapitalizmin restorasyonu başlayınca, Mao’nun fikirlerine de şüphe duyulmaya başlandı. Ve neredeyse “ben Kültür Devrimi’nin ürünüyüm”diyen Kaypakkaya’ya inat, Mao’nun en önemli katkılarını içeren 1956-1976 arası dönem “araştırılmalıdır” denip, askıya alındı.

Kaypakkaya ve Mao’nun ölümleri ardından başlayan bu şüphe, Kaypakkaya akımını siyasi ve ideolojik açıdan tarumar etti. Siyaseten, Kaypakkaya’nın eleştirdiği ekonomizmin silahlı biçimine sapıldı. İdeolojik açıdan ise komünizmden feragat edildi ve komünist eğilimli devrimci-demokratlık benimsendi.

İsterseniz bu iki ögeyi yakından inceleyelim. Silahlı ekonomizm, başta toplumun en alt kesimleri olmak üzere geniş halk yığınlarını, sosyal bir transformasyon için harekete geçirmeyi önüne görev olarak koymaz. Bilakis, toplumun sadece bir kesimini heyecanlandırmayı ve onları kazanmayı esas alır. Şiddet üzerinden reform talep eder. Mesela “Ümraniye’de fakir halka gecekondu yapıyorum, onun hakkını ve hukukunu da silahla savunuyorum. İşte ben silahlı mücadele veriyorum” der.  Kenan Evren de gelir, gecekonduların tapularını halka dağıtır. (Kanımca Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanı bu açıdan da okunmalıdır.) O halk da sizi 12 Eylül şartlarında evine dahi almaz. Çünkü silahlı heyecan üzerinden vereceğiniz ekonomist bilincin ömrü dolmuştur.  Silahlı ekonomizm es kaza kitleselleşecek olursa da şiddet unsurunu, hasmıyla müzakere masasına oturmak için kullanır. Velhasıl silahlı ekonomizm, her şeyi yapar ama komünist bir toplum inşa etmek için hedefine komünist bir devrimi koymaz.

Komünist eğilimli devrimci demokratlığın en önemli özellikleri ise şunlardır: Önerdiği devrim amacı, sadece emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin alt edilmesi ve ülkenin müreffeh olmasıdır. Toplumun köklü bir transformasyonuna daha bugünden başlamayı düşünmez ve hatta istemez bile. Mesela kadın sorunu böyle bir sorun olduğu için “devrim sonrasına” ertelenir. Zaten dünya çapında komünizme gitmek diye de bir derdi yoktur. Kendi iktidarı altına –ki genellikle bu iktidarı ‘Sosyalizm’ diye tanımlar- sınıfların ve sınıf çelişkilerinin varlığından gocunmaz.

Dolayısıyla tüm bunların İbrahim Kaypakkaya’nın düşün dünyası ile uzaktan yakından bir alakası olamaz. Geriye onun için sadece Kaypakkaya’nın duvarda asılı fotoğrafı kalır. O yüzden, Kaypakkaya’nın göz ardı edilmesindeki esas etken dışarıda değil maalesef bizzat Kaypakkaya geleneğinde aranmalıdır.

Kaypakkaya’nın yol arkadaşları olan Doğu Perinçek ve Halil Berktay’ın bugününü de göz önünde tutarak, İbrahim Kaypakkaya yaşasaydı nerede olurdu sorusuna siz ne yanıt verirdiniz?

Zor bir soru. Zorluğu şurada: Biz dindar değil, materyalistiz. Mutlak bir biçimde “şöyle ya da böyle olurdu” demek mümkün değil. Ama şunu söylemek mümkün: düşüncenin bir dinamiği vardır ve siz bu düşüncenin güzergahında gitmekte sebat ederseniz o, sizi, gittiği yere doğru götürür.

Perinçek ve Berktay, komünizmin tarihinde tali planda yapılmış, teorileştirilmiş ne kadar yanlış varsa bunları kendilerine rehber edindiler ve bugün, o düşünce dinamiğinin varacağı yere geldiler.

Şayet Kaypakkaya –kitapta etraflıca anlattığım şekliyle, onun fikri dünyasını tayin edici derecede belirleyen Ne Yapmalı’nın dinamiğini takip ederek- bugün yaşıyor olsaydı, her şeyden evvel Türkiye’nin özgüllükleri bağlamında bambaşka şeyleri tartışıyor olabilirdik.

İkincisi, gene belirttiğim koşullarda Kaypakkaya bugün yaşıyor olsaydı; çok büyük bir ihtimalle, tıpkı kendisi gibi Kültür Devrimi’nden ve Ne Yapmalı’dan ilham alarak, kırk küsur senedir komünizm biliminin sorunlarıyla cebelleşen ve bu bilimi nitel olarak daha üst bir seviyeye taşımış olan; “yeni sentez” dediğimiz bütünselliğin kurucusu Bob Avakian’ın fikirleriyle buluşmuş olurdu.

Zira kitapta da belirttiğim gibi, Avakian’ın, son kırk yıldır üzerinde çalıştığı büyük sorun, komünist devrimin ilk dalgasından alınacak dersler, onun baş döndürücü nitelikteki kazanımları ile birlikte sorunlarını ve açmazlarını da ortaya koyarak bir çıkış yolu inşa etmek üzerinedir. Bu sentez, felsefeyi, enternasyonalizmi, sosyalist toplumda proletarya diktatörlüğü ve iktidarın kullanımını ve stratejiyi kapsar. Avakian bu çalışması ile ve ayrıca geniş entelektüel, bilimsel ve sanatsal düşünce ve girişimlerden sonuçlar da çıkararak, komünizmin yeni sentezini geliştirmiş ve bugün komünizm açısından keskin bir ayrışım çizgisini ortaya koymuştur. Onun içindir ki yeni sentez, “bana ne” denmeyecek kadar son derece önemli ve heyecan vericidir.

Kitabınızda kendi adıma en dikkat çekici bulduğum bölümlerden biri: İman ve İkon. İbrahim Kaypakkaya’nın 42. ölüm yıldönümü nedeniyle yapılan bir etkinlikte “proleterya diktatörlüğü istemiyorum” diyen Dersimli gençten söz ederek, “Bunları duysa ve görse mezarında ters dönerdi Kaypakkaya” diyorsunuz. 6 Mayıs’ta Deniz/Hüseyin ve Yusuf’u anarken CHP Kocaeli Gençlik Kolu Başkanı, ‘Vatan hainleri ile işbirliği içinde olan komünist ve tehlikeli oluşumlardan uzak durun’ demişti. Bir araba markası da Nâzım Hikmet’in şiirini reklama malzeme etmeye çalışmıştı. Bunlar sadece yakın zamana ait örnekler. Liberalizmin içini boşaltmaya çalıştığı tüm bu kavramların doğru anlaşılabilmesi için ne yapmak gerekiyor sizce?

Aslında CHP’yi konuşmak dahi abes. Bu partinin anti-komünistliği yeni değil ki? Hatırlayalım. Şubat 1921’de, daha rejimin kurulmasından evvel ne diyor partinin kurucusu Mustafa Kemal?

“Türkiye’de komünizm yoktur. Bütün cihan bizi milliyetçi olarak bilir. Milletimizin istiklâlini, haklarını ve menfaatlerini müdâfaa eden kimseler olarak öyleyiz de… Diğer taraftan biz dinimize de bağlıyız. Milli ve dini ruha aykırı olan komünizmin bizde nasıl bir tatbikat sahası bulabileceğini de anlamam” (Atatürk’ün Milli Dış Politikası, c.1, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1992, s.271) Onun için CHP’nin Gençlik Kolları Başkanı’nın sözleri kurucu felsefenin ruhuna uygundur. Garipsenecek bir şey yok.

Öte yandan maalesef, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devrimciliğin ve komünistliğin normları yerle bir edildi. Bunun müsebbibi sadece “liberaller” değil aynı zamanda bütün bir kendini sol, sosyalist ve devrimci diye adlandıran dünya görüşüdür. Düşünün bir: Türkiye’nin son otuz küsur yılında bütün bir solun zihin dünyasının üzerinden adeta bir silindir gibi, Saçak’tan Birikim’e, Antonio Gramsci’den Michael Hard’a, Hanna Arend’den Alain Badiou’ye, Slavoj Zizek’e kadar kimler geçmedi ki? Bunların burjuva demokrasisine düzdükleri methiyeler, ‘radikal demokrasiler’, ‘komünler’, kimlik siyasetleri vs. bütün bir toplumun devrimci hafızasını yerle bir etmekle kalmadı aynı zamanda onu götürüp parlamentonun kapısına da adeta çiviledi.

Bu, bana geçenlerde bir arkadaşımın anlattıklarını hatırlatmaktadır.  Bundan birkaç sene evvel bir ayakkabı firmasının, Boğaz’dan reklam amaçlı geçirttiği geminin üzerindeki büyükçe bir reklam dövizinde şöyle yazıyormuş: “Bizde her türlü numara var!”

 

“TİP’in Taksim Mitingi Oportünizmin İhanet Belgesidir” isimli bölümde, “emekçi yığınların bilinçlendirme ve örgütlenme yerine, oy kazanmayı ve tek mücadele yolu olarak parlamentarizmi gören anlayışın sonucudur” cümleleriyle bir eleştiri okuyoruz. Kitabı okurken ister istemez bugüne bakıyorum. Darbe üstüne darbe görerek etkisiz hale gelen muhalefet partilerinin seçimden beklentilerinin azalmamasını, parlamentoda olmamayı göze alamayışlarını nasıl açıklarsınız?

Burada birilerini kızdırmayı göze alarak Stalin’in 1913’de kaleme aldığı Marksizm ve Ulusal Sorun adlı eserindeki şu sözlerini paylaşmak isterim: “Tanrıya şükür Rusya’da bir parlamento mevcut değil.”

Biraz evvel yukarıda Avakian’ın yeni sentezinin heyecan verici olduğundan bahsetmiştim. Aslında Stalin’den bu alıntıyı yapan Avakian’dır.  Yeni sentezin ilk kilometre taşı diyebileceğimiz, Dünyayı Fethetmek? Enternasyonal Proletarya Buna Zorunlu ve Muktedirdir adlı meşhur eserinde Avakian bu alıntıyı verir ve ardından şu saptamayı yapar:

“… burda getirilen şey, bu parlamentolara uzun bir süre sahip olursanız ve işçi temsilcileriniz olmaya başlarsa, bu durum proleteryanın ve devrimci hareketin boynunda asılı bir değirmen taşı haline gelir. Çoğu yerde parlamentonun olmaması gerçekten de bir nevi ‘tanrıya şükredilecek’ bir durumdur. Rusya’daki parlamento (ya da Duma), ayaklanmanın bazı dönemlerinde ve devrimci durumun keskinleştiği dönemlerde hâkim sınıflardan ve özellikle de çardan koparılan birer taviz idi. Hâkim sınıfların bunu ele geçirip, onu kitlelerin gerginliğini ve görüşlerini mahvedip yozlaştırmak, onları uyutup aptallaştırmak için kullanacak vakti olmamıştır. Bu her zaman için yapmak istedikleri bir şey olmuştur, fakat hiçbir zaman için İngiliz burjuvazisi gibi onu kitlelerin aptallaştırılmasının bir aracı olarak mükemmelleştirecek zamanları olmamıştır.”

Şimdi bakın: Osmanlı’dan bu yana 1876’dan beri kör topal bir parlamentonun bu ülkede var olduğu göz önünde bulundurulacak olunursa, bu kurumun toplumu aptallaştırmasının yanı sıra tüm toplumda (kendilerini devrimci ve komünist diye tanımlayan örgütlerde dahil omak üzere) nasıl bir alışkanlık haline geldiğini düşünün.

İster meclis içinde olsun ister dışında, mevcut partilerin tümü, dün olduğu gibi bugün de bu aptallaştırma fonksiyonuna seçim öncesi, seçim anı ve sonrasında var güçleriyle hep dahil olmuşlardır. Haliyle hep birlikte, burjuva sınıf diktatörlüğünün bir yönetim modeli olan burjuva demokrasisine methiye düzenlerin bundan vazgeçmeleri tabii ki beklenilemez.

Sizin okuduğunuz  ve anladığınız İbrahim Kaypakkaya Gezi Direnişi’ne nasıl bakardı?

Kaypakkaya, Gezi’yi, 2013’deki Arap Baharı’ndan bağımsız görmezdi. Bu değişim atmosferinin bütün heveslere, hatta kimi rejimlerin alaşağı olmalarına neden olmuş olsa dahi, henüz gerçek devrime yol açmadıklarını tespit ederdi.  Bu nedenle mutlaka gerçek bir devrimci alternatifin oluşturulmasını önerir ve bunun propagandasını yapardı. Aksi takirde devrimci alternatiften yoksun bu keskin çelişkilerin, iki gerici kutup tarafından kullanılıp, Suriye’de olduğu gibi sekter bir savaşa dönüşme tehlikesine dikkat çekerdi.

Yakın tarihteki bu devasa ayaklanmanın daha derinlemesine, bilimsel ve devrimci bir kavrayış için bir avantaj teşkil ettiğini görür;  direnişçilerin saflarını sıklaştırmayı önerirken, düzenin bayrağı ile düzene karşı gelinemeyeceğini telkin ederdi.  Çok sayıda insanın, bu ayaklanmada yeniden devrim hayali görmeye, kimilerinin ise devrimin neden gerekli olduğunu anlamaya başladıklarını saptardı. Devrimin nasıl olması gerektiği ve nasıl yapılacağına dair görüşlerini ortaya koyardı. “Başka bir dünyanın” bal gibi de mümkün olduğunu ve geçmişteki tecrübelerimizden yola çıkarak, bunun çok daha iyisini başarabileceğimizi; sanılanın aksine komünizmin canlı, kıpır kıpır bir fikir silsilesi olduğunun propagandasını yapardı.

İki şeyi ise zinhar yapmazdı. Birincisi, bu kendiliğinden kabaran kitle hareketinin önünde secde etmezdi. İkincisi, bu hareketi, mevcut hükümetin bir takım reformlar yapması için (mesela anayasa) bir şantaj aracı olarak kullanmayı reddederdi.

İbrahim Kaypakkaya sol harekete nasıl bir miras bıraktı? Bu mirası taşıyabilen, sürdürebilen bir siyasal gelenek oluştu mu?

Kaypakkaya, bilimsel ve doğru bir önderlik temelinde, insanlığın komünist bir toplum istikametinde ilerlemesi için şartların kurbanı değil, ona her hâlükârda müdahale edilmesini öğreten, bir miras bıraktı. Onun bu mirasının garantörü hiç kuşkusuz komünizmim yeni sentezidir.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir