Yücel Sayman’la Bir Fikir Teatisi

Beyefendi, Abi ve Yoldaş

Yücel Sayman’la Bir Fikir Teatisi

Emrah Cilasun

(Editörün Notu: Aşağıda okuyacağınız yazı, Yücel Sayman için yayımlanan Armağanın 1. Cildin’den alınmıştır.)

Akademik çalışmalarının 50. yılı vesilesi ile yayınlanacak kitap için Yücel Sayman, benim de bir yazı kaleme almamı önerdi. Bu önerisi beni sadece şaşırtmakla kalmadı aynı zamanda da onurlandırdı. Sayman’a, burada fikirlerini benimsediğim Bob Avakian’ın[1] inşa ettiği, günümüzün Marksizm’i diyebileceğim Yeni Sentez’in zaviyesinden bakarak yürütmeye çalışacağım fikri münakaşaya olanak sunduğu için teşekkür ediyorum.   

Şu üç fotoğraf karesini paylaşarak yazıya başlamak istiyorum

I. Kare

1992’nin 12 Eylül’üydü. Peru’da ‘Aydınlık Yol’ diye bilinen Peru Komünist Partisi’nin başkanı Dr. Abimael Guzman –namı diğer ‘Başkan Gonzalo’- Peru devletinin gizli servisince (DINCOTE) Lima’da yapılan bir operasyonla ele geçirilmişti. Adil bir yargı önüne çıkarılmaksızın, illegal yollardan öldürülmesi an meselesiydi.

İki hafta geçmişti ki, “Dr. Abimael Guzman’ın Hayatını Korumak İçin Acil Eylem Çağrısı” yapan, uluslararası bir kampanya başlamıştı. Kampanya’nın Türkiye koordinatörü olarak, toplumun tüm ilerici kesimlerine ulaşmaya çalışıyordum. Türkiye solunun beyefendisi Emil Galip Sandalcı, ölümüne doğru uzanan son günlerinde, kampanya için kimleri seferber etmem gerektiğine dair önerilerde bulunuyordu. “Avukat Yücel Sayman’ı arayın. Kendisini mutlaka bu kampanyaya dahil edin” diyordu. Derhal Yücel Sayman’ı aradım. Emil beyi aratmayacak denli beyefendi, sıcak, içtenlikli, ne yapacağından emin bir ses tonuyla konuşuyordu. İmza metnini görmek, okumak istiyordu. Derhal yolladım. “Bir hafta sonra beni tekrar arayın” dedi. Hakikaten bir hafta sonra onlarca meslektaşının imzasını toplamıştı… 

Benim Yücel Sayman ‘beyefendi’yle tanışıklığım işte böyle başladı.

II. Kare

1994-1998 arası, rahle-i tedrisinden geçtiğim ekolün kurucusu İbrahim Kaypakkaya’nın hayatını anlatan bir belgesel hazırlıyordum. Belgesel de Kaypakkaya’nın karşıtlarına da yer verecektim. Onlardan biri de Doğu Perinçek’ti. 1971’in Nisan ayında, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin amfisinde toplanan Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) grubunun, açıktan yaşanan ilk iç tartışmasına ilişkin Perinçek (1998’de) şöyle diyordu:

“Bu toplantıda Bülent Tanör, şimdi İstanbul Baro Başkanı Yücel Sayman, İbrahim Kaypakkaya, Muzaffer Oruçoğlu birlikte hareket ettiler…”[2]

Her ne kadar bu bilgi doğru olmasa da[3], Sayman’ın ve can dostu Tanör’ün (ki, kendisi Guzman kampanyasına, o yıllarda Türkiye’nin muhtelif yerlerinde yapılan toplantılarda, Fransızca çeviriyi üstlenerek destek vermişti) isimlerinin Kaypakkaya ile birlikte anılması, beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı…

Belgesel çekimlerinde, tanıklığına başvurduğum bir başka şahıs ise Melek Ulagay’dı. Ulagay, belgeselin konusuyla doğrudan ilintili olmayan ama PDA hareketinin o yıllarına ilişkin de önemli bilgileri bu satırların yazarına aktarmıştı. Bunların başında, kendisinin Filistin ve İsviçre maceraları gelmekteydi. Ulagay, Filistin’de, İsrail’in Türkiyeli devrimcileri imha etmesinin ardından, İsviçre’de kendisinin de kaldığı eve yapılan baskını anlatmıştı. Evin diğer sakinleri ise Sayman ve Tanör’dü…

Düşünün bir. 1950’lerin sonunda İstanbul’da, Moda ve Florya’yı kendine mesken edinmiş, orta sınıf mensubu  yakışıklı ve sportif  bir delikanlı, fazla değil bir on sene sonra (1960’ların sonunda) kendisini, dünyayı bir uçtan bir uca saran, “gerçekçi ol, imkansızı iste” şiarıyla kuşanıp, şahlanan büyük gençlik hareketinin içinde bulacak ve aktivizminin bir sonucu olarak İsviçre’de sığındığı ev baskına uğrayacaktır…  İşte o yüzden Sayman ve Tanör, beni tanımıyor olsalar da onlara olan sevgim ve saygım şimdi daha da artmıştı.

Artık benim için “Yücel Sayman beyefendi” değil, “Yücel yoldaş” vardı.

III. Kare 

Bugüne kadar defalarca kitaplarını Türkçeye çevirdiğim Alman yazar Helmut Ortner, 2015’de, ölüm cezasının tarihini anlatan ve bu cezayı tehşir eden kitabının Türkçe çevirisini bana teklif etmek için buluştuğumuzda, “kitabın Türkçe baskısına, Türkiye’den bir hukuçunun ya da insan hakları aktivistinin sonsöz yazmasını istiyorum. Önereceğin kimse var mı” diye sordu.  Hiç tereddüt etmeden “var” dedim. Yücel Sayman’a o anda kilitlenmiştim. Kitabın içeriğini anlatan ve kendisinden sonsöz talep eden bir mail yazdım. “Teklifiniz için teşekkür ederim. Çeviri bitince, metni okur, yazarım” sözünü aldım. 2016’nın Ekim’inde çeviriyi bitirmiş olmama rağmen, bir türlü gelmek bilmeyen sonsözü beklerken, Sayman, Kasım ayında Berlin’e geleceğinin haberini vermişti.

İnanılmaz bir heyecan sarmıştı beni. Yıllardır uzaktan izlediğim, sevdiğim, saydığım “kahramanım”ı şimdi canlı canlı karşımda bulacaktım. Velhasıl o gün geldi, çattı. “Falanca Otel’deyiz, gelebilirseniz birazdan buluşalım” diyordu. Evden fırlayıp, taksiye binmemle otelin lobisine damlamam, topu topu 20 dakika sürse de, kendimi bir türlü bitmek bilmeyen bir zaman tünelinin içinde bulmuştum.

Eşi Hacer hanımla birlikte beni bekliyorlardı. Tam bir diplomatik hava içerisinde tanıştık. Sayman, kendisini yıllardır izlediğimi, kendisine dair derin saygı duyduğumu tabii ki bilmiyordu. Birbirimize karşı son derece saygılı ama mesafeliydik.  Ta ki, Berlin’de önemli bir fuardan ötürü otel rezervasyonun uzatılamayacağına dair sorun çıkıncaya kadar. O tarihlerde annem seyahatte idi ve evi bomboştu. “Annem’de kalırsınız” diye araya girdim. İkisi de “ne münasebet, nereden çıktı bu teklif” dercesine suratıma bakarlarken, Hacer hanıma dönüp, “hanımefendi, sizinle tanışmıyoruz ama beyefendiyle tanışıklımığız ta 1971’e uzanır” deyince Sayman, “yok yahu! Nereden tanışıyoruz?” diye sordu. Ben de başladım kendisine “kahramanım” ile ilgili hikayemi anlatmaya…

Beş gün boyunca, neredeyse birbirimizden hiç ayrılmaksızın, doya doya sohbet ettik. En başta yitirdiğimiz devrimcileri andık… Bilimden sanata, siyasete değinmediğimiz husus kalmadı. Kah güldük, kah ağlamasak da hüzünlendik…

Elimde omayarak, gayri ihtiyari, saygıda kusur etmediğim için bir hayli aşırıya kaçıp, benden takriben 20 yaş büyük olan Sayman’a, mütemadiyen “Yücel Bey” dediğim için sonunda “paparayı” yedim. O, ısrarla kendisine “Yücel” dememi istiyordu. Sonunda “Yücel abi”de anlaştık.

Şimdi bir de ‘Yücel abi’m olmuştu.

Hasar gören fotoğraf kareleri ve gerekli olan mücadele

Bu üç fotoğraf karesi, Yücel Sayman’ın düşün ve gönül dünyamdaki esas ana hattı belirler. Ancak ne yalan söyleyeyim ki, benim düşün ve gönül dünyamda, keza yine bu üç fotoğraf karesi, Sayman’ı, Türkiye Cumhuriyeti’nin baskı ve sömürüsünün meşruiyet belgesi olan 2010 Anayasa referandumu için “yetmez ama evet” derken; Kürt milli meselesini pazarlık akçesi yapan devletin, onu, kendi çıkarları doğrultusunda toplumu yeniden kalıba dökme sürecine, “akil adam” olarak dahil edip elini sıkarken gördüğümde, –içimi “cız” ettirecek kadar- zedelenmiş ve incinmiştir.   

İşte bu yazıda bahsi geçen meselelerin üzerinde durmayı ve fikri mücadele yürütmeyi, entelektüel bir sorumluluk olarak addediyorum.  O nedenle bizi burada meşgul etmesi gereken iki önemli hususun olduğunu düşünüyor, bunları irdelemek istiyorum. Birincisi,  eskilerin tabiriyle “ifrat ile tefrit”e savrulmaksızın, serinkanlı bir şekilde cevabı aranması gereken soru, Sayman’ın da dahil olduğu bir dizi entelektüelin bu noktaya nasıl geldiğidir. İkincisiyse, birinci soruyla çelişik gibi görünse de Sayman gibi entelektüellerin, bütün bir insanlığın kurtuluşu mücadelesinde neden hala önemli olduklarıdır.

Sırtımızdaki büyük kambur:

Geleneksel bir düşünce olarak demokrasi

Günümüzde insanlık devasa yoksulluk ve eşitsizliklerle boğuşmaktadır. İnsanlığın yarısını oluşturan kadınlar geleneksel cinsiyet ilişkilerinin önünde diz çökertilmeye çalışılmaktadır. Bütün bir insanlık, vahşi ve yeni sömürgeci savaşlar ve işgallerle; yığınlar halinde Akdeniz’in sularında ölümü göze alacak denli kitlesel göçlerle; dünya ise yerküreyi tehdit eden çevre kriziyle karşı karşıyadır.  Kitabın ortasından konuşacak olursak, tüm bunların müsebbibi, dünyaya kanlı pençelerini geçirmiş olan kapitalist/emperyalist sistemin ta kendisidir. Ve bu ortamda yine insanlık, emperyalist sistemin çelişkilerinin bir ürünü olan köktendincilikle, “çözüm” diye sunulan ve burjuva diktatörlüğünün pembe peçesini oluşturan demokrasi arasına sıkıştırılmış vaziyetteyken, komünizm iyice itibarsızlaştırılmakta ve mütemadiyen başka bir dünyanın mümkün olmadığı vaaz edilmektedir.  Oysa bugün ihtiyaç duyulan, dünyanın öyle ya da böyle kozmetik açıdan düzeltilmesi değil, kökten, devrimci bir değişime uğramasıdır.

Ancak günümüzde, özellikle de entelektüel camia içerisinde düşün dünyasını belirleyen ana akım fikirler, gıdasını 18. yüzyıla ait burjuva filozoflardan ve onların toplum projelerinden almaktadır. Bir meta ideolojisi olan ve “kişi, hak ve özgürlüklerini” garantilediği oranda adeta, “diğerinin canı cehenneme” deme çelişkisini içinde barındıran; keskin sınıf çelişkilerinin patlamaması için şişirildikçe şişireilen “demokrasi”, bunların başında gelmektedir.  

Burada Marx ve Engels’i hatırlayalım.  Bu ikili,  Komünist Manifesto’da, hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyecek beraklıkta, “Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuştur; onun gelişmesi, geleneksel düşüncelerden de en köklü kopuşu içeriyorsa, buna hiç şaşmayalım”[4] demişti. Hatta Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları adlı eserinde, bu köklü kopuşun o güne kadar ki tüm devrimlerden kavram ve program olarak farklılığını ve radikalliğini, komünist devrimin adeta tunç yasasını şöyle formüle etmişti:

“Sosyalizm, devrimin kalıcılığına dair bildirgedir; bütün sınıf ayrımlarının, bu ayrımların dayandığı bütün üretim ilişkilerinin, bu üretim ilişkilerine denk düşen bütün sosyal ilişkilerin ortadan kaldırılması ve bu sosyal ilişkilere denk düşen bütün fikirlerin devrimcileştirilmesine giden yolda zorunlu bir aşama olarak proletarya diktatörlüğüdür.”[5] 

Bugün ihtiyaç duyulan devrim böylesine komünist bir devrimdir.  Ancak acı gerçek şu ki, aldıkları yenilgiler ve yıllarca sonu gelmez ataletleriyle birlikte dünya çapında komünistler, Marx’ın bu öğretisini, neredeyse unutmuş, hatta nesiller boyu da unutulmasına ön ayak olmuşlardır.  Raymond Lotta’nın da belirttiği gibi “Kendini komünizmle tanımlayan pek çok kişi arasında bile, komünizmin gerekli bir bileşeni olarak burjuva çağının demokrasi öğretilerine inatçı bir bağlılık bulunuyor. Nitekim pek çok kişi Marksizm’in tümünü değilse de çoğunu elinin tersiyle itti ve toplumsal değişimin çerçevesi olarak 18. yüzyıl demokrasisinin ideallerine, teorisyenlerine ve ufuklarına geri döndü.”[6]

Tabii ki Lotta’nın bahsettiği geri dönüşün bir evveliyatı var. Uluslararası Komünist Hareket’in tarihinde, özellikle de 1930’lar ve 40’larda (Dimitrof’un faşizme karşı burjuva demokrasisini veya Stalin’in demokrasi bayrağının omuzlanmasını önermesinde olduğu gibi)  ve hatta daha sonra 60’lı yıllarda (buna Yücel Sayman’ın da içinde yer aldığı 1968 gençlik hareketi de dahildir)komünist projeyi demokratik prolejeyle birleştirme eğilimi var olmuştur.

Kitabın ortasından konuşacak olursak, bugün bu eğilim sadece komünistlerle sınırlı değildir. Bilakis,  özellikle de komünist akımın içinden çıkıp gelen entelektüeller arasında da demokrasiyi matah bir şeymiş gibi görmek, hatta onu komünizmle eş tutmak eğilimi bariz bir şekilde mevcuttur.  Hele hele burjuva demokrasinin kör topal işlediği Türkiye gibi bir ülkede, en “radikal Marksist”inden en liberal entelektüeline dek uzanan geniş bir yelpazede muhalefete rengini veren bu bakış açısıdır. Mesela “18. yüzyıl demokrasisinin idealleri”nin Yücel Sayman üzerindeki etkisini, şu satırlarda görmek mümkündür:

“Demokrasi her birimizin farklılıklarımızı koruyarak ve diğerlerimizin farklılıklarını da mızıkçılık yapmadan güvence altına alacağımız, farklılıklarımız temelinde maddi manevi varlıklarımızı, egemenliklerimizi, yaratıcılıklarımızı sonsuza kadar geliştirebileceğimiz birlikte var olma, birlikte yaşama, birlikte davranmanın toplum tasarımıdır, bu tasarım yeniye açık bir başka tasarıma dönüşmeyi içinde barındırmalıdır; hatta bunun zemini şimdiden hazırlanmalıdır, diyorum.”[7]

Maalesef Sayman bu arzularıyla, sınıflı toplumu, ona rengini veren üretim ilişkilerini ve bütün bir üstyapıyı, haliyle, keskin sınıf çelişkilerini ve mülkiyet ilişkilerini göz ardı etmektedir.  Adeta “kervan yolda düzülür” misali, “bu tasarım yeniye açık bir başka tasarıma dönüşmeyi içinde barındırmalıdır” idealizminin, bütün bir tarihsel tecrübe tarafından, nasıl kan revan içinde bırakıldığını da tamamen unutmaktadır.[8]

Okuyucunun dikkatini burada, kırk senedir yürüttüğü teorik ve pratik mücadeleler sonucu komünizmin Yeni Sentez’ini inşa eden Bob Avakian’ın[9], konuya dair 1986’da kaleme aldığı çığır açıcı eserine, Demokrasi: Neden Daha İyisini Yapamayalım ki? adlı çalışmasına dikkat çekmek istiyorum.[10]  

”Oldukça derin sınıfsal farklılıklar ve toplumsal eşitsizlikle damgalanmış bir dünyada” diyor Avakian ve devamla, “o demokrasinin sınıfsal doğasından ve bunun hangi sınıfa hizmet ettiğinden bahsetmeksizin demokrasiden bahsetmek anlamsızdır ve beterdir. Toplum sınıflara bölündüğü sürece orada ‘herkes için demokrasi’ söz konusu olamaz; bir sınıf ya da diğeri hükmedecektir ve o sınıf, kendi çıkarlarına ve hedeflerine hizmet eden tipte bir demokrasiyi savunacak ve teşvik edecektir. Asıl soru şudur: hangi sınıf yönetecektir ve bu sınıfın yönetimi ile demokrasi sistemi; sınıf ayrılıklarının ve bununla ilgili sömürü, baskı ve eşitsizlik ilişkilerinin sürdürülmesine mi, yoksa nihai olarak ortadan kaldırılmasına mı hizmet edecektir?” diye sormaktadır. [11]

Tabii ki, Sayman’da bu soruların cevabı yoktur. Tersine Sayman, yukarıda aktardığım “18. yüzyıl demokrasi idealleri”nin girdabında bir adım daha ileriye giderek, bu ideallerin dayanağı konumundaki, tüm burjuva devrimlerinin en radikal olanı, 1789 Fransız devriminin “ışığı”nı ve “renkleri”ni kutsamayı yeğlemektedir.

“Eşitlik, özgürlük, kardeşlik Fransız devriminin yeni bir çağın dinamizmini belirleyen ve yönlendiren söylemindeki simgelerdir. Günümüzde de Fransız siyasi yaşamını bu, kendi tarihinden geldiği kadar başka ülkelerin de ışığı olan söylem renkleridir. Siyaset sahnesinde rol alanların ileriye yönelik tercihleri, uygulamaları, gerçekleştirdikleri, eylemleri demokrasinin özünü oluşturduğu kabul edilen bu söylem bağlamında eleştirilir, tartışılır, olumlanır, reddedilir.”[12]

Bu yazının kaleme alındığı tarihte, Fransız devleti tarafından başta ırkçı saldırılara ve gettolarda, sokak ortasında ölümlere maruz kalan Arap gençliğinin ve onlarla dayanışmaya giren, öğrenim sistemine baş kaldıran Fransız öğrencilerinin CRS (Türkiye’nin Gezi esnasında kötü ünlü pratiğinden tanıdığı Çevik Kuvvet’in Fransız muadili) tarafından şiddetle bastırılmasını geçtim; Sayman, Fransa’daki burjuva demokrasisinin o standartta yaşamasının yegane ön koşulu olan dünyanın sömürülmesini bile hatırına getirmemektedir.  Sayman, burada “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” adı altında mesela bütün bir Afrika kıtasını kendi arka bahçesi sayan Fransız emperyalizminin, müesses nizamın “ışığı” uğruna mütemadiyen şuraya, buraya asker çıkardığını maalesef göz ardı etmektedir. Üstüne üstlük Sayman’ın “siyaset sahnesinde rol alanların ileriye yönelik tercihleri, uygulamaları, gerçekleştirdikleri eylemleri demokrasinin özünü oluşturduğu kabul edilen bu söylem bağlamında eleştirilir, tartışılır, olumlanır, reddedilir” diye övgüye layık bulduğu “meziyetler” ise (mesla Le Pen’e karşı “Fransız solunun” tercih kıldığı Macron’un ilk işinin Mali’deki Fransız birliklerinin ziyaret edilmesi sonrasında yaşanan “tartışma” ve “olumlama” örneğinde olduğu gibi), aslında tüm bu kanlı icraatlarını –Lotta’nın değimiyle- “hayata geçiren ve pekiştiren, devlet iktidarına ve politikasına ve onun dünyadaki tüm bu gereksiz sefalet ve acılardan sorumlu olan sistemi meşrulaştırıp rasyonalize eden ideolojisine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır.”[13]

Zira ister eski, ister yeni sömürgecilik tarihiyle olsun, Fransız emperyalizminin tepesinde parlayan 1789 devriminin “ışığı”nın ve “renkleri”nin tarihsel bilançosunu, vaktiyle Engels şöyle çıkartmıştı:

“Fransa’da insanların zihinlerini yaklaşan devrim için hazırlayan büyük adamların kendileri, aşırı devrimcilerdi. Onlar, hangi türden olursa olsun hiçbir harici otorite tanımadılar. Din, doğa bilimleri, toplum, siyasi kurumlar –her şey, en amansız eleştirilere tabiydi: Her şey, ya varlığını aklın yargıç sandalyesinin karşısında meşrulaştırmalı ya da varlığına son vermeliydi… O dönemde var olan her türlü toplum ve hükümet, bütün eski geleneksel nosyonlar, irrasyonal görülerek eski eşya odasına atıldı; dünya o güne dek sadece önyargılar tarafından yönetilmesine izin vermişti; geçmişteki her şey ancak acınmayı ve hor görülmeyi hak ediyordu. Şimdi ilk defa gün ışığı, aklın krallığı ortaya çıkmıştı; bundan böyle boş inanç, adaletsizlik, ayrıcalık ve baskının yerini, sonsuz hakikat, sonsuz Hak, doğaya dayanan eşitlik ve insanın devredilmez hakları alacaktı.

Biz bugün, bu aklın krallığının burjuvazinin idealize edilmiş krallığından başka bir şey olmadığını, bu sonsuz Hak’ın burjuva adaleti içinde gerçekleştirildiğini, bu eşitliğin burjuva kanun önünde eşitliğe indirgendiğini, burjuva mülkiyetinin temel insan haklarından biri ilan edildiğini ve aklın hükümetinin, Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesi’nin demokratik burjuva cumhuriyet şeklinde hayat bulduğunu ve ancak bu şekilde hayat bulabileceğini biliyoruz. Onsekizinci yüzyılın düşünürleri, kendi çağlarının dayattığı sınırların ötesine, ancak kendilerinden öncekiler kadar gidebilirdi.”[14]

Rousseau’dan bu yana, burjuva mülkiyetinin bu “ışığı” ve “renkleri” adına, özellikle 1945 sonrası dünyanın başına gelmeyen kalmamıştır. Dünyanın tepesine, adeta halı döşercesine boca edilen emperyalist bombardımanların tümü burjuvazinin idealize ettiği işte bu demokrasi uğruna olmuştur. Meseleye çok daha yakından, bugün açısından bakacak olursak, tıpkı 1930’lar Almanya’sında olduğu gibi, günümüzde demokrasinin en güçlü sembolü konumundaki, dünya tarihinin en güçlü emperyalist devleti ABD’nin başına, sandıktan hortlamış bir faşist gelmiştir.[15] Şimdi parmağı nükleer düğmenin üzerinde bulunan ve dünya için muazzam bir tehlike içeren faşist Trump’ın zaferi, Fransa’da Marine Le Pen, Hollanda’da Gert Wilders, Macaristan’da Victor Orban ve Almanya’da, “Almanya için Alternatif” gibi Naziliği yeniden canlandırmaya çalışanlara imve kazandırmıştır. Kıta Avrupa’sında, bu faşist gidişata ayak uydurmak için “geleneksel” sağ ve sol partiler çoktan faşistlerin programlarından şu veya bu konuyu devralmakta, birbirleriyle yarışmakta hiçbir beis görmez hale gelmişlerdir.

Burjuva demokrasisine büyük umutlar besleyen milyonlarca insanı hayal kırıklığına uğratan bu faşist kasırganın temelleri, emperyalist mali sermayenin birbiriyle rekabet içerisinde oluşan anarşik yapısına uzanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası, Batılı kapitalist ülkelerin toplumlarını bir arada tutan liberal demokratik değerler tutkalı, bahsi geçen anarşinin ürettiği siyasi, iktisadi sorunlardan ötürü artık toplumu bir arada tutamayacak duruma gelmiş ve bu faşist kasırga, burjuva diktatörlüğünün bir yönetim biçimi olan burjuva demokrasisinin bizatihi bağrından sökün etmiştir.    

İnsanlığın Kurtuluşu ve Entelektüellerin Önemi 

Kaleme aldığı yazılar dikkatli okunduğu taktirde hem Marksist gelenekten geldiği için ama hem de bilimsel düşünme ve metoda önem verdiği ve ısrar ettiği için Sayman’ın bu durumdan rahatsız olduğu anlaşılmaktadır. Evet, burada bir çelişki söz konusudur.  Bir başka açıdan bakıldığında Sayman bir yandan “demokrasiyi” idealize etmekte, ama öte yandan da “hukukçu muhaliftir” vurgusunu yaparak, “Yabancılaştırılıyoruz, kendimize yabancılaştırılıyoruz. Kendimize yabancılaştıkça özgürlük/güvenlik tartışmasında kendi yabancılığımıza gözlerini dikmiş olanların saflarında yer alıyoruz”[16] demekte ve böylece burjuva sistemin safında yer almaktan gocunduğunu çok bariz bir şekilde dile getirmektedir.  Devamla bir başka yazısında Sayman oldukça cesur saptamalar yaparak, bir öz eleştiri mahiyetindeki bu sözlerin de ötesine geçmektedir:

“Bizler, baştan sınırsızlığı reddederek kendi sıkışmışlığımızı da yaratıyoruz. Özgürlükleri sınırlayarak özgürlüğü gerçekleştirecek toplum tasarımının hayalini kuruyoruz. Bu hayali, insan doğasına en uygun sandığımız demokraside arıyoruz. Demokrasiyi, özgürlükleri en doğru, insan doğasına en uygun biçimde sınırlayarak özgürlüğe ulaştıracak tek ve evrensel siyasi yapılanma olarak algılıyoruz. Sınırlandırılmış özgürlüklerin normatif somutluğunda, her birimizi diğerlerimizle didiştiren güç kaynakları yaratarak ya da yaratılmış olanları ele geçirerek, büyük ya da küçük iktidarların cazibeli kıldığı otoritenin baştan çıkarttıcılığını sağlıklı gelişmemizin işareti gibi görüyoruz. Giderek sıkışmışlığımızı algılamaz oluyoruz, özgürlüklerimize yabancılaşıyoruz ve özgürlük daha bir erişilmez, dokunulmaz oluyor. Bundan yararlananlar, bunun devamında hiçbir zaman gönül rızasıyla vazgeçemeyecekleri çıkarları olanlar var. Demokrasinin “evrenselliği” onları koruyor ve onun için de işleyişini, yöntemini onlar belirliyorlar, her birimizi diğerlerimizle didiştiren güç kaynaklarını, küçük iktidarları bize bırakırken hepimizi belirleyen gerçek güç kaynaklarını, esas iktidarı asla ellerinden kaçırmıyorlar. Bizim sıkışmışlığımız onların güvencesi oluyor.”[17]

Sayman’ın bu saptaması “zıtların birliğini” içermektedir.  Bir yanıyla yazar, baskı ve sömürünün kendisini meşrulaştırmak için uydurduğu “insan doğası” tanımına atıfta bulunuyor; toplumsal üretim ve şahsi gasp temelinde örgütlenmiş kapitalist üretim ilişkilerinin üzerine bina edilen ve keskin sınıf çelişkilerini bağrında taşıyan toplumun üst yapı kurumu olan demokrasinin sınırlandırılmaması gerektiğini söylüyor. (Sayman’ın bu tespiti akıllara, “sol” söylemle bezenen, yeniden ve yeniden keskin sınıf çelişkilerini üretecek olan ve haliyle son tahlilde sınıflı toplumun ilelebet kalıcılığını muhafaza eden “radikal demokrasi” önerisini akıllara getiriyor.) Ama öte yandan aktardığım alıntının esas yönünü belirleyen noktada Sayman, evrensellik adı altında sistemin (ki bence adını koyacak olursak, burjuva diktatörlüğünün) kendisini demokrasiyle koruduğuna da dikkat çekiyor ve kaçınılmaz olarak da demokrasiyi ve tabii sistemin kendisini sorgulamanın kapısını aralıyor. Böylece Sayman kimi makalesinde mesela, “kapitalist sistem kendini yok edecek krizden kurtulmanın çaresini insan türüne egemen olmakta bulacağını sanıyor. Sanıyor da, Nazizmin küçümsediği bir değeri dikkate almıyor: İnsanın kendisi!”[18] diyerek açıkca kapitalist sistemin insanlık açısından barındırdığı büyük tehlikeye dikkat çekiyor ve tüm yazılarına sirayet eden şu özlemi dile getiriyor:

“İnsan zekası, kullanım alanı belirlenmiş programların sınırlarını yıkıp, sınırsızlığın ve sonsuzluğun evreninde bilinmeyenlerin denklemlerini çözerek özgürlüğü yaratabilse.”[19]

Bu özleminin geçmiş tecrübelerden yola çıkarak yeni bir sosyalizmde nasıl mümkün olabileceğine birazdan yine döneceğim. Ancak Sayman’ın özlemi bana Avakian’ın, “işin özü özgür düşünme değil, hangi bakışla ve yöntemle düşündüğümüzdür. Ama sürece katılması gereken bir özgür düşünme öğesi de vardır”[20] sözlerini hatırlatmaktadır.  Öte yandan Sayman’ın ve daha nice entelektüelin özlemini duyduğu özgürlük, bütün bir insanlığın, geleneksel mülkiyet ilişkilerini, o mülkiyet ilişkilerinin düşünce kalıplarını yıkıp kurtulmasıyla doğrudan ilintilidir ve evet, bu kolay değildir. 

Avakian’ın “temel ve hala hayati önemde bir işaret fişeği olarak” tanımladığı, Lenin’in 1917’de kaleme aldığı meşhur Devlet ve Devrim’deki şu satırlar, bu meşakkatli yolu bize tarif etmektedir.                 

“Devletle ilgili alışılagelmiş argümanlarda devamlı yapılan hata, Engels’in yapılmaması için uyardığı ve yukarıda geçerken işaret ettiğimiz hatadır; yani, devletin ortadan kaldırılmasının aynı zamanda demokrasinin ortadan kaldırılması anlamına geldiği devamlı olarak unutulmaktadır: Devletin sönümlenmesi, demokrasinin sönümlenmesi anlamına gelir. İlk bakışta bu iddia aşırı derecede tuhaf ve anlaşılmaz görünür; hatta bazıları bizim, azınlığın çoğunluğa tabi olması prensibinin görülmeyeceği bir sistemi haber veriyor olduğumuzdan şüphe edebilir –zira onlar için demokrasi, bu prensibin tanınması anlamına gelir.

Hayır, demokrasi azınlığın çoğunluğa tabi olmasıyla aynı şey değildir.  Demokrasi, azınlığın çoğunluğa tabi olmasını tanıyan bir devlettir; yani, bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir kesiminin ötekine karşı sistematik olarak güç kullandığı bir örgütlenmedir.

Biz, nihai olarak devletin, yani her türlü örgütlü ve sistematik şiddetin, genel olarak halka karşı her türlü şiddet kullanımının kaldırılmasını savunuyoruz. Biz, azınlığın çoğunluğa tabi olması prensibinin görülmeyeceği bir toplum sisteminin habercisi değiliz. Ancak biz sosyalizm için mücadele ederken, bunun gelişip komünizme ilerleyeceğine, dolayısıyla da bir insanın diğerine ve nüfusun bir kesiminin diğerine tabi olması için genel olarak halka karşı şiddet olmaksızın ve tabiiyet olmaksızın sosyal yaşamın temel koşullarını gözlemleye alışacağına inanıyoruz.

Ve proletarya diktatörlüğü, yani yönetici sınıf olarak ezilenlerin öncüsünün ezenlere baskı uygulama amaçlı örgütlenmesi, salt demokrasinin genişlemesi sonucu olmaz. İlk defa para keseleri için demokrasi değil, yoksullar için, halk için demokrasi olan bir demokrasinin devasa şekilde genişlemesiyle eş zamanlı olarak proletarya diktatörlüğü, ezenlerin, sömürücülerin, kapitalistlerin özgürlüğüne bir dizi sınırlama getirir. Biz, insanlığı ücretli kölelikten özgürleştirmek için onlara baskı uygulamalıyız; direnişlerini güç yoluyla ezmeliyiz. Baskının ve şiddetin olduğu yerde özgürlük ve demokrasinin olmadığı açıktır…

Halkın geniş çoğunluğu için demokrasi ve sömürücülerin ve halkı ezenlerin güç yoluyla baskı altında tutulması, yani demokrasiden muaf tutulması: İşte kapitalizmden komünizme geçiş süresince demokrasinin geçirdiği değişim budur… 

(…) Yalnızca komünizm, gerçekten de tam demokrasi sunabilir ve demokrasi ne kadar tamsa, o kadar erken gereksiz hale gelecek ve kendi isteğiyle sönümlenecektir.

Toplumun bütün üyelerinin, yahut en azından geniş çoğunluğunun devleti kendi başlarına yönetmeyi öğrendikleri, bu işi kendi ellerine aldıkları, küçük kapitalist azınlık üzerinde, kapitalist alışkanlıklarını korumak isteyen seçkinler üzerinde ve kapitalizm tarafından esaslı bir şekilde yozlaştırılmış olan işçiler üzerinde kontrolü örgütledikleri andan itibaren, herhangi türden bir hükümete duyulan ihtiyaç ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tamsa, gereksiz hale geleceği an o kadar yakındır. Silahlı işçilerden oluşan ve ‘artık kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan’ ‘devlet’ ne kadar demokratikse, her türden devlet de o kadar hızlı şekilde sönümlenmeye başlar.”[21]  

Kapitalist restorasyona uğramadan evvel, 1917-1952 arası SSCB’de ve 1949-1976 arası “Kızıl” Çin’de, Lenin’in yukarıda tarif ettiği istikamette esasen olumlu[22] ama hatırı sayılır oranda da  olumsuz deneyimler yaşandı. 2005’de yaptığı bir konuşmada “Mao otuz, Lenin de seksen sene önce öldü. Onların ötesine geçmezsek ne yapıyoruz” diye soran Bob Avakian, inşa ettiği Yeni Komünizm’de bu deneyimlerden ders çıkartmakta ve bir dahaki sefere daha iyisinin yapılmasının teorik yolunu ortaya koymaktadır. Siyasi/ideolojik ve felsefi bir dizi sorunun yanı sıra Avakian’ın üzerinde durduğu hususlardan biri de gerek devrim öncesi ama özellikle de devrim sonrası, proletarya diktatörlüğü altında, sosyalizm şartlarında, tüm topluma sirayet edecek şekilde, bilim insanları, sanatçılar ve entelektüellerle komünist partisi arasında nasıl bir atmosferin yaratılması gerektiğine ilişkindir.

Geçmiş Tecrübeler, Çıkartılması Gereken Dersler

ve Daha İyisini Yapmak

Esasen burada canlı bir toplumda muhalifliğin rolü üzerine duran Avakian, burjuva demokrasisini savunan Hindistanlı eski komünist K. Venu’ya karşı giriştiği polemikte[23], proletarya diktatörlüğünde ısrar ederken, “Kitle demokrasisinin tüm bu araçlarını insanlar arasında hiçbir ayrım yapmaksızın uygulamaya çalışırsak, insanların ilk olarak iktidarı ele geçirmek için katlanmış oldukları her şeyden ve bunun gerektirmiş olduğu tüm özveriden sonra iktidarı gerisin geri burjuvaziye teslim ederiz” demekte ve devamla, “Sosyalist toplumda, yol gösteren bir öncü partimizin olması yine de gereklidir ve yol gösteren bir ideolojimiz de olmalıdır. Benimsensin ya da benimsenmesin herkesin o ideolojiyi savunması konusunda ısrar etmek istemesek bile, yol gösteren bir öncü partimizin ve yol gösteren bir ideolojimizin olması yine de gereklidir… Ama bunu John Stuart Mill’in savlarıyla sentezlemek, doğru şekilde birleştirmek derken ifade ettiğim şey, Mill’in bir görüşü savunacak tüm kişilere bunu yapma fırsatı verilinceye kadar hiçbir görüşün toplumda bastırılmak şöyle dursun, önemsiz sayılmaması gerektiği yolundaki savıdır. Ve Mill devam ederek, fikirleri bunlara karşıt olanların tanımladıkları şekilde dinlemenin yeterli olmadığını, o fikirlerin inançlı savunucuları olan kişiler tarafından ortaya konuşulunu dinlemenin gerekli olduğunu belirtir.”[24]

Bu bakış açısından hareketle önerilen, ne komünizmin birinci evresinde SSCB ve “Kızıl” Çin’deki olumsuz tecrübelerin tekrarıdır, ne de bugün komünizme karşı estirilen burjuva rüzgarların etkisi altında komünist fikirlerin, liberal bir ambalajla taktim edilmesidir. Bilakis, Avakian’ın yaptığı öneri ve onun inşa ettiği Yeni Komünizmin bir nevi kalbini oluşturan temel öğe, “sağlam çekirdek temelinde alabildiğine esnekliktir.” Bu öğe, artık günümüz komünizminin olmazsa olmazıdır. Zira Avakian’a göre, “komünizm için mücadelenin stratejik hedeflerine, amaçlarına ve sürecine kendini adamış sağlam bir çekirdeğe sahip olmalısınız. Eğer işleri gevşek tutarsanız, her şeyi şu veya bu biçimde kapitalistlere geri veriyorsunuz demektir. Aynı zamanda, büyük çeşitliliğe ve insanların her şeyle ilgili her doğrultuda gitmelerine izin vermezseniz, o zaman yalnızca insanlar size karşı muazzam bir kırgınlık biriktirmekle kalmazlar, en büyük hakikatin ve gerçekliği dönüştürme yeteneğinin içinden doğacağı türden zengin bir sürece de sahip olamazsınız.”[25]

Bütün eserlerinde döne döne bahsi geçen tehlikenin üzerinde duran Avakian,  yaptığı önerinin hayata geçirilmesinin hem neden önemli ve zorunlu olduğunu ama aynı zamanda da tüm bunların kolay olmayacağını belirtmenin ötesinde, özellikle de sosyalist toplumda, fikirler arasındaki mücadelenin komünistleri hangi raddeye kadar getireceğine de işaret etmekte, Pollyanna olunamayacağını vurgulamaktadır. Okuyalım: “Lenin’in yine vurguladığı gibi, komünizm her gözenekten fışkırır; ama acınası bir dogmacı komünizm karikatürüyle ve komünist liderlik ve yöntemlerle her gözeneği ‘tıkarsak’ bu gerçekleşmez. Komünizm olmayan bir şey bile, eğer nasıl doğru şekilde yönlendireceğimizi bilirsek komünizme katkıda bulunur. Eğer ‘büyük esnekliğe sahip katı çekirdeği’ nasıl doğru şekilde uygulayabileceğimizi bilirsek. Evet, zaman zaman işler sarpa saracaktır. Ve evet, riskli olacaktır. Bunu anlamalıyız. ‘Büyük esnekliğe sahip katı çekirdek’ ilkesini yalnızca sanat ve kültür alanına değil, devrimci sürece ve bütün olarak sosyalist topluma da fiili olarak uygularken karşılaşılacak engellerden söz ederken ‘bizi lime lime edecekler’ mecazını laf olsun diye kullanmadım.”[26]      

Şimdi tekrar Sayman’ın, “insan zekası, kullanım alanı belirlenmiş programların sınırlarını yıkıp, sınırsızlığın ve sonsuzluğun evreninde bilinmeyenlerin denklemlerini çözerek özgürlüğü yaratabilse” özlemiyle, Avakian’ın “zengin sürece sahip olunma” meselesine geri dönelim.

Gerçek şu ki, gerekli olan doğru bakış açısı temelinde, büyük hakikat, gerçek, Marksizm’in tekelinde değildir. Evet, gerçekliğin eksiksiz gediksiz kavranması için gerekli olan yöntembilimine olanak sunan Marksizmdir. Ancak vaktiyle Mao’nun da vurguladığı gibi, “Marksizm fizikteki atom ve elektron teorilerini içerdiği halde nasıl onların yerini tutmazsa, aynı şekilde sanat ve edebiyattaki yaratıcılığın gerçekçiliğini de içerir, ama onun yerini tutmaz.”[27] Mao’nun bu öğretisinden yola çıkarak Avakian’a göre, “[Ö]te yandan Marksist bakışa ve yöntembilimine sahip olmayan, hatta ona karşı duran insanların önemli hakikatler keşfedemeyecekleri doğru değildir. Yalnızca Darwin değil, Einstein da vardır, hatta tarih boyunca Marksizmin doğuşundan bile geriye giderek başka bir çok insan vardır. Açıktır ki, böyle insanlar birçok önemli hakikati keşfetmişlerdir ve sosyalist geçiş döneminde bile, bu böyle olmaya devam edecektir. Bu anlaşılması gereken çok önemli bir noktadır, aksi halde bürokratizm, dogmatizm yönünde bazı çok ciddi hatalar yaparız ve örneğin Stalin’le ilişkilendirdiğimiz hatalardan bazılarına düşeriz.”[28]

Bugün, “Bireylerin toplumsallaşma ya da toplumsallaştırılma sürecini evrim biliminin derinliklerinde araştırmayı, keşfettiğimi sandığım verilerle günümüz toplumsal örgütlenmelerindeki şaşılası sıradan ama bir o kadar da şaşılası dokunulmazlıkları tabulaştırılmış yapıları hukukçu bakışındaki darlığın çerçevesini aşarak açıklayabilmenin düşünsel keyfini yaşar, bundan büyük haz alırım”[29] diyen Yücel Sayman gibi bir entelektüeli, bilim insanını düşünün. Günümüzde evrim teorisinin eğitim sisteminde açıktan sökülüp atılmaya çalışıldığı ABD gibi kapitalist/emperyalist bir toplumda veya Türkiye gibi, toplumun son hızla İslamcı ideolojinin tahakkümüne girdiği bir ülkede, Sayman’ın özlemini duyduğu gerçek özgürlük ortamını tenefüs etmesi mümkün müdür? Ya da baskı ve sömürünün bir veçhesi olan Kemalist ideolojiyi baş düşman görüp, aynı baskı ve sömürünün bir başka veçhesi olan İslamcılığa destek vererek, o özgürlüğün elde edileceğini sanmak mümkün müdür? Kitabın ortasından konuşacak olursak hayır, bu mümkün değildir. Çünkü mevcut üretim ilişkileri ve geleneksel mülkiyet ilişkileri ve onların üzerinde yükselen geleneksel düşünceler (üstyapı), süratle buna izin vermeyen, kasvetli toplumsal bir ortam kurgulamaktadır. Günümüzde bu durum tahammül edilemeyecek bir hal almaktadır.[30]

Bilginin ve eğitimin eşitsiz olduğu, bilimsel araştırma ve deneyin finansmanından, sistem katında kabul görmesine kadar bir dizi kural ve kaide ile prangaya vurulduğu kapitalist toplumun yerine bugünden inşa edilmesi gereken ve hele hele iktidarın ele geçirilmesinin ardından, proletarya diktatörlüğünde, sosyalist ara geçiş dönemi için tahayyül edilen; aydınlar, sanatçılar, bilim insanları ve çok daha geniş anlamda muhalif fikirler için önerilen atmosfer, sadece bir oyundan, bir taktikten, bir hileden, bir diplomasiden mi ibarettir?  Hayır! Avakian’ında dediği gibi, “en temel anlamda hedeflerimizi gerçekleştirmek istiyorsak, her iki anlamda da kazanmak istiyorsak –yani, fiilen iktidarı ele geçirip dönüşümleri gerçekleştirebilmek ve bunu kendi hedeflerimizi kılavuz edinerek yapmak, tümüyle farklı türden dünyaya ulaşmak istiyorsak- bu türden bakış ve yöntembilim, başkalarının fikirlerine, çabalarına ve eleştirilerine bu türden açık olmak gereklidir. Bu, insanların kuyruğuna takılmamız gerektiği anlamına gelmez ve aynı görüşte olmadığımız şeylerle aynı görüşte olmamız gerektiği anlamına gelmez… Dolayısıyla, salt açık olmak istediğimiz için insanlarla aynı görüşte olmamalıyız. Oynadığımız bir oyun değildir; bir taktik değildir; bir hile değildir; diplomasi değildir. Bir temel yöntembilim sorunudur.”[31]

O yüzdendir ki bu yöntembilim, “düşünce özgürlüğü, sanat özgürlüğü, bilim özgürlüğü, tüm farklılıklarımızla, her bir farklılığımızı istersek varoluş nedenimiz sayarak, kendimizi dilediğimizce geliştirme özgürlüğü sınırsız olmalı mı? Olsun mu? Sınırları aşacak, kaldıracak, günün moda deyimiyle kamusal alanın araçlarından herkese koşulsuz ve eşit yararlanabilinsin mi?”[32] diye soran Sayman’ın kaygılarının giderilmesinin ve özlemlerinin gerçekleştirilebilmesinin yegane garantörüdür.[33]  O garantörün tesisi için gerekli olan mücadele ise, hayatta bizleri, birbirimizle buluşturan kavşaktır.

18 Ağustos 2017 


[1] Özgür Konuşma Hareketi’ne ve 1960’lar ile 1970’lerin ilk yarısındaki devrimci eylemlere aktif olarak katılan Avakian, Devrim Komünist Partisi, ABD (RPC)’nin Başkanı’dır.

[2] Bkz. Emrah Cilasun, Kırmızı Gül Buz İçinde, (Kitap-DVD) El Yayınları, İstanbul, 2009, s. 35. 

[3] Yıllar sonra (2017) Yücel Sayman, Perinçek’in yukarıdaki alıntısını ilk defa okuyacak ve bana bu bilginin doğru olmadığını söyleyecekti. Sayman, o gün de kanaatinin Kaypakkaya’nın devrimde samimi olduğuna dair olduğunu ama böyle bir toplantıya katılıp katılmadığını hatırlamamakla birlikte, hiçbir yerde Kaypakkaya’dan yana taraf olduğunu ilan etmediğini belirtmiştir.

[4] Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Partisi Manifesto, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1976, s. 74. (abç)

[5] Karl Marx, Friedrich Engels, Ausgewählte Werke II, Dietz Verlag, Berlin, 1982, s. 104.(abç)

[6] Raymond Lotta, “Önemi Artmış, Çığır Açıcı Bir Eser”, Bob Avakian, Demokrasi: Neden Daha İyisini Yapamayalım ki?, El Yayınları, İstanbul, 2016’nın içinde, s. 10.

[7] Yücel Sayman, Özgürlük Zamanı, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2008, s. 201.

[8] Burada sayısız tarihsel örnekten sadece bir tanesi vermekle yetineceğim. Mesela “bu tasarım yeniye açık bir başka tasarıma dönüşmeyi içinde barındırmalıdır” fikrinin 1965’de, Endonezyalı komünistlere mahiyeti, 1,5 milyon komünistin ve devrimcinin, CİA tarafından organize edilen kanlı bir darbeyle katledilmeleri olmuştur. Günümüzde IŞİD’ı, Stalin, Mao ve Kızıl Kimer’lerle kıyaslamaya bayılan Batı basının zinhar hatırlamak istemediği bu kanlı katliama dair, bilgilenmek isteyenlere Joshua Oppenheimer’in, The Act of Killing (2012) ve The Look of Silence (2014) belgesellerini tavsiye ederim.

[9] Bob Avakian’ın ‘Yeni Sentez’de üzerinde çalıştığı büyük sorun, komünist devrimin ilk dalgasından alınacak dersler, onun baş döndürücü nitelikteki kazanımları ile birlikte sorunlarını ve açmazlarını da ortaya koyarak bir çıkış yolu inşa etmek üzerinedir. Bu Yeni Sentez, felsefeyi, enternasyonalizmi, sosyalist toplumda proletarya diktatörlüğü ve iktidarın kullanımını ve stratejiyi kapsar. Avakian bu çalısmasıyla ve ayrıca geniş entelektüel, bilimsel ve sanatsal düşünce ve girişimlerden sonuçlar da çıkararak, komünizmin yeni sentezini geliştirmiş ve bugün komünizm açısından keskin bir ayrışım çizgisini ortaya koymuştur. Aslında Avakian, toplumun oldukça gerçek maddi ilişki ve çelişkilerinin ötesine geçerek daha iyisini yapabilecek, komünist devrimin ilk aşamasından daha ileriye gidebilecek bir komünist hareketi inşa etmenin nasıl mümkün olduğunu teorileştirmiştir. 

[10] Lotta bu eserin önsözünde, Avakian’ın çalışmasını kapsamlı bir şekilde ele alır ve şöyle tanımlar: “Bu çalışma, Antik Yunan ve Roma’da ortaya çıkıp, ‘liberal demokratik’ kapitalizmin yükselişinin ve konsolidasyonunun içinden geçen kökleri üzerine ayrıntılı, sistematik ve geniş kapsamlı bir incelemedir. Avakian burada, demokrasinin tarihsel olarak sınırlanmış ve toplumsal olarak koşullandırılmış bir sınıf yönetimi biçimi olduğunu gösterir. Demokrasinin ABD’deki özel tecessümlerini, demokrasi yanılsımalarını ve bunların baskıcı ststükoyu nasıl güçlendirdiğini ele alır. Emperyalizmi, demokrasiyi ve diktatörlüğü; Batılı emperyalist ülkelerin göreceli siyasi iktidarı ile Üçüncü Dünya ülkelerinin tahakkümü altında olması ile ilişkisi ve emperyalist ülkelerdeki sözde ‘iç özgürlüklerin’ küresel sömürüye ve sömürgeci ve yeni-sömürgeci yağmaya dayanmasını tartışır…” s. 11.

[11] Avakian, age, s. 21.

[12] Sayman, age, s. 259.(İtalikler yazara ait.)

[13] Lotta, age, s. 10.

[14] Engels, “Socialism: Utopian and Scientific”, MESW, 3, s. 115-116’dan aktaran Avakian, age, s. 91-92 (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 3, Sol Yayınları, Ankara, 1979, s. 145.

[15] Burada Yücel Sayman’ın da, ta 2004’deki Feluce Katliamı bağlamında, “ABD’nin (şimdilik) Ortadoğu projesiyle Nazizimin bitiremediği ‘insanın insan olma özünü yok edebilme’ tasarımı”na dikkat çektiğini teslim etmeliyim. Bkz. Sayman, age, s. 169.

[16] Sayman, age, s. 41.

[17] Sayman, age, s. 335.

[18] Sayman, age, s. 138.

[19] Sayman, age, 16.

[20] Bob Avakian, Kültür, Sanat, Bilim ve Felsefe Üzerine, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 17.

[21] Lenin, State and Revolution, LCW, 25, s. 460-461, 466-468, 479’dan aktaran Avakian, age, s. 375-377. İtalikler bana ait.

[22] Burada kimi okuyucunun, ünlü tarihçi Arno Mayer’in sözleriyle söyleyecek olursak, “Stalin’in ritüelleşmiş şeytanlaştırılması”nın etkisi altında “peki ya Stalin dönemi?” diye itiraz edeceğini biliyorum. O nedenle Avakian’dan uzun olması pahasına konuya ilişkin bir pasajı aşağıya alıyorum. 

Anılar’da (From Ike to Mao and Beyond. My Jurney from America to Revolutionary Communist, a Memoir by Bob Avakian, Insight Press, Chicago, 2005) bir bölüm var: Madison, Jefferson ve Stalin. Bunun her iki anlamda çok uygun bir benzetme olduğuna inanıyorum. Eğer burjuvazi Madison’ı ve Jefferson’ı tutabiliyorsa bizim de Stalin’i tutabileceğimiz anlamında, ama aynı zamanda da benzetmenin diğer tarafıyla, Stalin’in devrimimiz ve amaçlarımız açısından çok ciddi eksikliklerine değinme anlamında. Yapmakta olduğumuz budur –benzetme budur- kendi Madisonlarımızı ve Jeffersonlarımızı tutuyoruz (Madison ve Jefferson köle sahibiydiler).

Dünyanın başka bir yerindeki bazı komünistlerin kaleme aldıkları ve “büyük Stalin”den söz ettikleri bazı belgeleri okuyorum. Bu açıkça yanlış. İnanıyorum ki, tarihsel perspektifle Stalin’i tutabiliriz ama bununla ilgili tarihsel bağlamı anlamalıyız ve yapmakta olduğumuz budur. Ve tam da şimdi “büyük Stalin” çığırtkanlığı yaparak etrafta dolaşmanın, bizi, kendim de dahil insanların yaşamak isteyecekleri bir dünyaya götüreceğini düşünmüyorum.?

Bazı önemli şeyler başarabilirsiniz ama o yolla komünizme yakın bir yerlere varamazsınız. Öte yandan, daha öncede birçok kez vurguladığım gibi bu, bebeği banyo suyuyla birlikte atma sorunu değildir. Stalin döneminde yapılan ciddi hatalar nedeniyle Sovyetler Birliği de dahil sosyalist toplumun tarihsel deneyimlerini bir kenara atmak yanlıştır. Bu, o tarihsel deneyimlerin, gerçekliğin yanlış bir analizi olur. Hayır, doğru anlayış ifade ettiğim gibi Madison, Jefferson ve Stalin benzetmesinde yakalanır.” (Bob Avakian, Kültür, Sanat, Bilim ve Felsefe Üzerine, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 139-140.)

Öte yandan SSCB ve “Kızıl” Çin’deki olumlu deneyimlerin sıralanması, bu yazının sınırlarını aşacağı için okuyucuya, Revolution gazatesinin Raymond Lotta ile “‘Bildiğinizi’ sandığınız şeyi bilmiyorsunuz… Komünist Devrim ve Kurtuluşa Giden GERÇEK Yol: Tarih ve Geleceğimiz” başlığı ile 2013’de yayınlanan mülakatın Türkçe çevirisini incelemesini öneriyorum. https://avakianbob.wordpress.com/2014/04/26/komunist-devrim-ve-kurtulusa-giden-gercek-yol/#more-194

[23] Bob Avaikan, Phony Communism Is Dead… Long Live Real Communism!, RCP Publications, 2004)

[24] Bob Avakian, Kültür, Sanat, Bilim ve Felsefe Üzerine, s. 37.

[25] Age, s. 39.

[26] Age, s. 156-157. İtalikler yazara ait.

[27] Mao Zedung, “Yenan Sanan ve Edebiyat Formunda Konuşmalar, Mayıs 1942”, Seçme Eserler, Cilt 3, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1979, s. 103’ün içinde.

[28] Avakian, age, s. 169.

[29] Yücel Sayman, “Düşüncemin Özgürlüğü”, Evrensel, 13 Ağustos 2017.

[30] Hatırlayalım, Daha dün, 22 Nisan 2017’de, dünyanın birçok yerinde bilim insanları tarafından onun için, ilk kez düzenlenen Bilim Yürüyüşü’ne on binlerce kişi katılmış; göstericiler bilimsel gerçeklerin dikkate alınması çağrısı yaparken, rejimlerin bilgili olmayan bir toplum istediğine dikkat çekmişlerdir.

[31] Avakian, age, s. 197-198.

[32] Yücel Sayman, Özgürlük Zamanı, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2008, s. 334.

[33] Burada okuyucunun dikkatini Bob Avakian tarafından kaleme alınan Kuzey Amerika’da Yeni Sosyalist Cumhuriyeti İçin [Tasarı Önerisi]’ne çekmek isterim. Özellikle “Merkezi Hükümet” başlıklı 1. Maddenin, “Yürütme” altbaşlığındaki, “F. Eğitim”, “G. Bilim ve Bilimsel Uğraş” ve “J. Kültür ve Sanat” gibi kimi bendlerine bakılmalıdır. http://revcom.us/socialistconstitution/SocialistConstitution-en.pdf.