Berlin Duvarı, Her İki Tarafta da Ezilenlerin Üstüne Yıkıldı

Emrah Cilasun’la Söyleşi

Osman Akınhay
01.11.2009

Sen 1978 yılından beri, yani tam otuz bir yıldır Almanya’da yaşıyorsun. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı gün de o şehirdeydin. O özgül dönemin başka yönlerine geçmeden önce, kestirmeden şunu sormak isterim. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, bugünden geriye bakıldığında, Berlin Duvarı kim(ler)in üstüne yıkıldı?

Duvarın çöktüğü akşam ben Check Point Charli’deydim. Orası Berlin Duvarı’nın belli başlı geçiş noktalarından biridir. Duvar’ın yıkıldığı akşam insanların en fazla toplandığı ve dünya basınının gelişmeleri takip ettiği geçiş kapısı. Ben de arkadaşlarımla birlikte orada bulunuyordum.

O akşama dair çok açık şekilde hatırladığım şeylerden birisi, kendinden geçmiş durumdaki bazı Almanlarla yaptığım bir-iki tartışmaydı. Kendilerine er geç bu yıkılışın faturasını ezilenlerin ödeyeceğini, üstelik bu bedeli ağır biçimde ödeyeceklerini söylemiştim. Nitekim, bugün Almanya’da ezilenler, o akşamki tatlı kutlamaların acı hatıralarını kendi hayatlarında birebir hissediyorlar. Bugün için Duvar’ın kim(ler)in üstüne yıkılmış olduğunu söylemek için fazla düşünmek gerekmiyor.

O gün tahmin ettiğin ‘acı netice’ ile bugün tanık olduğumuz ‘tablo’ aynı şeyler mi, ya da o zaman nasıl bir fatura ödeneceğini düşünüyordun, bunları biraz açar mısın?

Tabii ki kafamda kesin, çok belirgin, köşeli sonuçlar yoktu. Yirmi üç yaşındaydım ve şunu biliyordum, görüyordum: Bu bir devrim değildi. Toplumu kökten dönüştüren bir transformasyon hiç değildi. Dahası, bu, tamamen bir devlet kapitalizminin hakimiyetinde olan bir ülke toprağının, serbest piyasa kapitalizminin hakimiyetinde olan bir başka ülkenin toprağına dahil edilmesiydi.

Tekrar edecek olursam, bu süreçten halk adına, halkın lehine yararlı bir sonuç çıkamazdı. Yirmi yıl önce, bildiklerim dahilinde mantık yürüterek düşündüğüm şeyler bu yöndeydi. Bugün ise, yirmi yıl önce düşündüğüm mantıksal çizginin -ne yazık ki- somutlaşmış halini gözlemlemekteyiz.

En kaba işaretle, günümüzde, 2009 yılında Almanya’da yoksulluk ile zenginlik arasındaki uçurum, İsviçre’deki zenginlik ile Hindistan’daki yoksulluğu birlikte kıyasladığınızda ortaya çıkacak olan uçurum kadar derin. Berlin’in göbeğinde, sadece bir semtte 3.000 Alman çocuğu (yabancı değil bu çocuklar kesinlikle!), kronik açlıktan ötürü karınlarını kileseden aldıkları tayınlarla doyurabiliyorlar.

Sonuçlar üzerinde daha sonra dururuz. Şimdi, o güne, 9 Kasım 1989’a, kimilerine göre yirminci yüzyılın, kimilerine göre devrimler çağının kapanışını haber veren o tarihsel dönemecin gerçekleştiği güne bakalım. Tam da Duvar’ın yıkıldığı günü betimleyebilir misin bize; ilk çekiçlerin vurulmasından önceki anları, haberin duyulup yayılmasını, insanların koşuşturmasını, bir vecd halinde Duvar’ın yerle bir edilmesini, öteki taraflara geçişleri, genel ruh halini, gecenin nasıl bittiğini…

Gün akşama doğruydu. Batı Berlin’de DDR (DAC – Demokratik Alman Cumhuriyeti) televizyonu rahatça seyredilebiliyordu. Yanılmıyorsam akşam haberlerinde DAC televizyonu, Honecker sonrası SED’in (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) politbüro üyesi Günter Schabowski’nin basın toplantısını gösterdi.

Schabowski bu toplantıda yaptığı açıklamalarda yeni düzenlemelerden bahsediyor, DAC vatandaşlarına seyahat özgürlüğünün tanındığını söylüyordu ki, bir İtalyan gazeteci, “Yani, şu an itibariyle DAC vatandaşları artık Batı Berlin’e geçebilirler mi?” diye bir soru yöneltti. Schabowski’nin bu soruyu, “Evet,” şeklinde cevaplamasından bir saat sonra Batı Berlin açıkça DAC vatandaşlarının akınına uğramış durumdaydı.

DAC sınır muhafızları ilk önce epeyce tereddüt geçirdiler. Kelimenin tam anlamıyla önlerine yığılan insanlar, sınır kapılarının derhal açılmasını bekliyorlardı. Batı tarafında biriken insanlarsa merakla ne olacağını gözlüyorlardı. Derken, sınır kapıları açıldı ve o akşam Batı Berlin’e 500 bin üzerinde DAC vatandaşı geçti. Kimisi kapıların ertesi gün bir daha açılmayacağı varsayımıyla temelli Batı Berlin’e kaçtı. İşte o gece, “Duvar yok olmalıdır!” sloganları eşliğinde Berlin Duvarı çekiçlerle delik deşik edilmeye başlandı.

Doğu Berlin’e geçenler olmadı mı, akın tek yönlü müydü?

Batı’dan herhangi bir kimsenin Doğu tarafına geçtiğine ben şahit olmadım. Daha sonra da ne duydum, ne okudum, ne de bu yönde girişimlerden bahseden bir belgesel izledim. Evet, bence akın kesinlikle tek yönlüydü. Bir de, Batı Berlinliler için Doğu Berlin bilinmeyen bir yer değildi. Oraya girip çıkmak mümkündü.

Bir Batı Berlinli, 5 ila 10 Batı Alman Markı karşılığında DAC vizesi alıp bir günlüğüne Doğu Berlin’i gezebilirdi. Hatta Doğu Berlin’e ait metro istasyonuna iner, oradaki Freeshop’tan sigara, içki alıp, Batı Berlin’e dönebilirdi. Oysa aynı şey Doğu Berlinliler için söylenemez. Bir Doğu Alman vatandaşı bunların hiçbirini yapamazdı.

Gecenin en civcivli anlarında sen ne yaptın; öylece durup seyrettin mi, insanların sevinci sana bulaşmadı mı, kalabalıkla beraber hareket ettin mi?

Ben saatlerce yanımda olan arkadaşlarımla birlikte sınır kapısında bekleyerek gelip geçenleri seyrettim. Denk geldiğinde kâh Batılılarla, kâh Doğulularla tartıştım ya da sohbet ettim. Batılılarla, özellikle de entelektüel veya akademisyen olduklarını tahmin ettiklerimle sosyalizm, Marksizm üzerine tartışıyordum. Doğululara ise Batı’da hayatın hiç de öte taraftan görüldüğü gibi olmadığını anlatmaya çalışmıştım.

Tabii ki o gece çok büyük çoğunluğun böylesi konuşmalarla ikna edilmesi falan söz konusu dahi değildi. Kimsenin o gece kurduğu herhangi bir cümleyi ertesi gün hatırladığını bile sanmıyorum. Sadece bir kadın söylediklerime epeyce bir şüpheyle kulak vermiş, itiraz etmemişti. Bir de, hiç unutmuyorum, Finli bir kamera ekibi vardı. Onlarla da epeyce Mao ve Kültür Devrimi üzerine tartıştım.

Daha sonra, kalabalıkla birlikte Batı Berlin’in merkezi olan Kurfurstendamm’a doğru yürüdüm. Sabaha doğru, Doğu Berlinlilerin ilk defa gördükleri döner büfeleri ya da pizza dükkânları önünde nasıl kuyrukta beklediklerine ve ne kadar büyük bir şaşkınlıkla yiyecekleri seyrettiklerine şahit oldum. Aç değillerdi elbette ki, sadece tanımadıkları bu yemek kültürüne yabancıydılar. Batılı olan rengârenk ne varsa, hayranlıkla bakıyorlardı.

O geceyi betimleyen şey özünde bu hayranlık mı, yani metaforik olarak da, Doğu Almanlarda yaygın denebilecek bir Batı hayranlığının kendini en çıplak biçimiyle dışa vurması mı?

Bence Batı hayranlığından daha ziyade, yasak olanı çiğnemiş olmak. O gecenin en büyük özelliği buydu. Sen yıllarca duvarın öte tarafına geçmeyi yasak edersen insanlar oraya ağırlıklı bir anlam atfederler ve bir gece o yasağı deldiklerinde büyük mutluluk yaşarlar.

Bu mutluluk, bu saadet kaç gün, kaç hafta, kaç devir sürdü? Ve bu sevinilesi duygular iki tarafta aynı şekilde mi hissedildi?

Bu meserret taşkınlığı uzun sürmedi. Bir yıl sonra Frankfurt yakınlarında başımdan geçen bir olay bu coşkunun nasıl fos çıktığının anlamlı bir habercisiydi. O yıllarda Alman Nazilerinin meşhur lideri Michael Kühnen diye bir adam vardı. AIDS’e yakalandığı öğrenilince Nazi hareketi adına büyük bir skandal sayılmıştı. Neyse…

Kühnen’in doğduğu kasabaya gitmiştim. Jambon almak üzere bir kasaba uğradım. Kasap benim Müslüman olup olmadığımı, domuz eti yiyip yiyemiyeceğimi sordu. Ben de ateist olduğumu söyledim. Sohbet döndü dolaştı, benim Berlin’de yaşamama geldi. Nazi ağırlıklı kasabanın kasabı, sunturlu bir küfür savurup Duvar’ın yeniden inşa edilmesi, hem de iki katı daha yüksek örülmesi gerektiğini söylemesin mi? Türklerin hiç olmazsa Almanya’yı kendileriyle birlikte savaştan sonra inşa ettiklerini, ama şu boktan Doğuluların (scheis Osis) hiçbir işe yaramadıklarını…

Bu ne kadar yaygın bir his, ya da başına gelen bu olaydan nasıl bir genelleme çıkarılabilir?

Elbette yirmi yıl sonra artık kimse bu ağızlarla konuşmuyor. Şimdi ‘boktan Batılılar’, ‘boktan Doğulular’, bir de hep oldum olası ‘boktan yabancılar’ (bu arada da ‘boktan Türkler’) var. Böl-parçala-yönet prensibi, her ülkede olduğu gibi bu toplumun da gözeneklerine sirayet etmiş durumda. Yani, bugün için bir Türk, bir Doğuluya tercih ediliyor falan değil. Ama Doğulunun, Doğulu olarak karşıt bir konumda durma hali değişmedi.

Duvarın yıkılışından önce Batı Almanlar Doğu Almanlara hangi gözle bakıyorlardı; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ayrı bir Doğu Almanya’yı ne kadar içlerine sindirebilmişlerdi? Peki ya Doğu Almanlar? Onların genel intibaında, Batı Almanya nasıl bir yer, nasıl bir rejimdi, hakikaten bir Özgürlük Diyarı gözüyle mi bakıyorlardı Batı’ya?

Duvar’ın yıkılışından önce Batı Almanların büyük çoğunluğunun Doğu Almanları tanıması pek mümkün değildi. Sadece Doğu’da akrabaları olanların böyle bir imkânı vardı. Batı Alman rejiminin yaptığı propaganda malum: ‘Doğu’da totalitarizm altında ezilen Doğulu kardeşlerimiz’ şeklinde bir resmi söylem. Batı’daki sıradan vatandaş bu söyleme çoktan vakıftı.

‘Batı Alman şovenizmi’nin gözünde Doğu Almanya âdeta bir ‘müstemleke’ memleketti. Nitekim bu ‘hümanist’ bakış açısı, bu ‘acıma’ duygusu, Duvar’ın yıkılışının ardından kendisini çok güçlü bir şekilde, ‘ben senin büyük ağabeyinim’ kibirliliği ve büyükburunluluğu şeklinde gösterdi. Batı Alman devleti ‘şak’ diye emir veriyor, birleşmeyi hazırlayacak olan DAC’deki Demezier hükümeti ‘tak’ diye emri yerine getiriyordu.

Batı Alman vatandaşıysa, Doğu Alman’la yan yana geldiğinde ona ‘uygarlığın’ ne olduğunu anlatmaya çalışıyordu. İp işte burada koptu. Çünkü Doğu Almanya, Comecon’un SSCB’den de önde gelen, en iyi hayat standardına sahip ülkesiydi. Vatandaşları iyi (hattı Batılılardan çok daha ileri) eğitim almış insanlardı. Tamam, üstlerinde marka kıyafetler yoktu, ama buradan onların ‘medeniyet görmedikleri’ anlamını çıkartmak ancak bir ‘beyaz Batılı’ya özgü tavırdı.

Demokratik Alman Cumhuriyeti (ve herhalde bütün sosyalist blok ülkeleri) için ‘devlet kapitalizmi’ dedin. Bu kapsamda, en başta, tamam, Duvar ezilenlerin üstüne yıkıldı dedik, ama zaten Duvar’ın inşa edilişi, bizatihi temsil ettikleriyle beraber ‘emekçilerin üzerine’ örülmüştü diyebilir miyiz? Bürokratik diktatörlük, emekçiler aleyhine böylesi bir tasarrufta bulunmamış mıydı?

Evet, doğru ve yerinde bir soru. Esasında, ikinci büyük savaş sonrası Doğu Avrupa’daki ülkeler demokratik halk cumhuriyetiydiler. Doğu Almanya bu ülkelerden birisiydi. Bunların ne derece sosyalist devletlere dönüştükleri ve daha sonra kapitalizme geri dönüşün bu ülkelerde nasıl cereyan ettiği her biri kendi başına ayrı tartışma alanı.

Doğu Almanya’ya dönersek, burası Sovyet Kızıl Ordusu’nun işgali sonucu elde edilmiş bir kızıl alandı. (Batı Almanya ve Berlin’in batısı da ABD, İngiltere ve Fransa tarafından işgal edilmişti.) Doğu kısmındaki Sovyet yanlısı Alman hükümeti, Alman KPD’si ile SPD’sinden gelen kadrolarca oluşturulmuştu. Bir not düşmek gerekirse, bu partilerin ve bu kadroların sosyalizm anlayışları, bizimkilerden kilometrelerce uzaktır.

‘Bizimkiler’ derken kastın?

‘Bizimkiler’den kastım, ortak bir paydaya sahip olduğumuzu varsaydığımız insanlar. Marx’tan Mao’ya 150 küsur yıllık proletarya mücadelesi tarihine bütünüyle eleştirel bir gözle bakmaya çalışıp, farklı bir sosyalizm anlayışına sahip olanlar.

Pekâlâ, devam edelim…

İşte yukarıda değindiğim anlayışın, o zihniyetin Duvar örmesi, kendi halkına, insanına yabancılaşması kaçınılmazdı. Korktuğu, Batı değil, kendisiydi. Neticede Duvar, her iki tarafın ezilenlerinin temeli üstüne örüldü (ve daha sonra, yine iki tarafın ezilenlerinin üstüne yıkıldı; isim ve yer değişiklikleri dışında, egemenler ile yoksulların karşılıklı konumlanışı değişmedi).

1960’lı ve 1970’li yıllarda gerek Batı Almanya’nın gerekse Doğu Almanya’nın ‘ulusal şovenizm’de birbirleriyle tam bir sidik yarışına girmeleri neye bağlanmalı?

1960’larda Varşova Paktı ülkeleri barış içinde geçiş, barış içinde yarış politikasını takip ederlerken, kendi cephe gerilerini, ulus-devletlerini resmi ideolojileriyle sağlamlaştırmakla meşguldüler. Doğu Almanya da -Batı Almanya’ya inatla- sahte sosyalizmine ek olarak Schiller ve Goethe’ye, askeri motiflerindeyse Prusya’ya sarılıyordu. Doğu Alman Ulusal Halk Ordusu, meşhur Prusya kaz adımlarıyla yürüyüş yapardı.

1970’lerin ortasından itibaren barış içinde yarış ve geçiş politikası yerini, rakibiyle karşılıklı savaş hazırlıklarına bırakınca, Doğu Almanya (diğer Varşova ülkeleri gibi) Alman şovenistliğini dünya savaşı faaliyetinin bir parçası haline getirdi. Artık DAC’nin gündemine de iki Almanya’nın kendi şemsiyesi altında birleştirilmesi politikası girmişti. Tabii bu şovenizm, besin kaynağını Stalin SSCB’si ile Thealman KPD’sinin tarihinden hatalı ve yanlış malzemelerde aramaktaydı.

Stalin, İkinci Dünya Savaşı’nda, Kremlin duvarlarına Çarlık döneminin generallerinin portrelerini astırırsa, Gök Kuşağı gibi, kiliseyle partiyi ve orduyu barıştıran propaganda filimlerinin çekilmesine onay verirse, Thealman KPD’si Nazilerle Versay Antlaşması’nı yırtma mücadelesine girerse, Nasyonal Sosyalistlerin değil, aslında kendilerinin gerçek Nasyonal ve Sosyalist olduğunu iddia ederse, bunlardan yıllar sonra Doğu Alman partisinin yöneticileri de, kendi revizyonistliklerine dayanak olması için bu tarihi hatalara sünger gibi yapışırlar.

Stalin 1951’de iki Almanya’nın birleşmesini neden istemişti ve bu istek aslında neyi temsil ediyordu?

Batı Almanya başbakanı Kondrad Adenauer’in NATO’ya girmekten bahsettiği bir dönemde Stalin, “Madem iki Almanya’nın bölünmesi sizin için çok önemli, o halde Doğu’yla birleşmenize biz engel olmayız. Bunun için sizden sadece bir isteğimiz var,” demişti: “Batı Almanya, NATO’ya girmeyeceğini taahhüt etsin.”

Adenauer ise bu öneriyi kabul etmedi. Gorbaçov’un yıllar sonra kopya çektiği bu öneri hemen akla şu soruyu getiriyor: Şayet Doğu Almanya sosyalist bir ülkeyse, nasıl oluyor da SSCB, Batı kapitalizmine böyle bir teklifte bulunabiliyor? Ya da, ülke adlarını değiştirerek her türlü şüphe ve ihtiyat payına kapı aralayabiliriz bu kurgudan…

Stalin Doğu Almanya’yı pey olarak sürerken ağzından her çıkanı yaptırabilecek güçte miydi? Ya 1953?

Ben 1994’de, on dokuz yaşındayken Molotov’un yanında, Stalin başkanlığındaki Sovyet heyetiyle birlikte Potsdam Antlaşması’nın yapıldığı toplantılara katılan Valentin Falin’le bir mülakat yapmıştım. Valentin Falin daha sonra 1970’li yıllarda, SSCB’nin Batı Almanya’daki büyükelçisi oldu. En son görevi de Gorbaçov’lu SBKP’nin politbüro üyeliğiydi.

Falin’e, Stalin’in Adenauer’e yaptığı teklifi sorduğumda iddiayı doğruladı. “Evet,” dedi, “Adenauer kabul etseydi iki Almanya o zamandan birleşmiş olacaktı”. “Peki, ya Doğu Almanya yönetimi?” diye sordum bu sefer. “Onlar kabul ederler miydi?” Falin bana hiç duraksamadan, “Onların hiçbir önemi yoktu ki,” cevabını verdi.

1953 ayaklanmasına gelince… Çok karmaşık bir konudur bu olay. Diyelim ki hakikaten ayaklanmada Batılı ajanların parmağı vardı. Oysa neticede, karşında şu veya bu sebepten ötürü hoşnutsuz olan işçi yığınları duruyor. Tıpkı 15-16 Haziran’da olduğu gibi. İşçilerin sözcüsü, hatta hükümeti olduğun iddiasındaysan bu yığınların üzerine tank süremezsin. Stasi denen, bizdeki MİT’in karşılığı olan örgütlenmeyle yığınları her türlü takibe alıp taciz edemezsin.

Ünlü Doğu Alman istihbarat servisi Stasi’yi güçlendiren bu başkaldırı mı oldu? Tarık Ali’nin Ayna Korkusu romanında (Sovyet Çeka’sı ve NKVD’siyle birlikte) hangi mekanizmayla işleyişini anlattığı, Başkalarının Hayatı filminde insanların üstüne bir kâbus gibi çöktüğünü seyrettiğimiz, Doğu Alman yazar Christa Wolf’un daha sonra mensubu olduğunun ortaya çıktığı ünlü istihbarat ve yıldırma makinesi…

Tarık Ali’nin Ayna Korkusu romanını okumadım. Ben roman özürlü bir adamım. Fakat, Stasi’nin hakikaten güçlü bir aparat olduğu doğru; bunu kimse inkâr edemez. Ama zaten söyler misin, hangi gizli servis güçlü ve başa bela değildir ki? Batı’daki kuruluşlar daha mı hümanisttir? Dolayısıyla, ben bu Stasi meselesinin gerektiğinden daha fazla abartıldığı kanısındayım.

Biliyorsun, Stasi’nin merkezi kitleler tarafından işgal edilip tonlarca dosya, sokaklara fırlatıldığında ve ne tesadüf (!) tam o esnada CIA’in, Stasi’nin çok önemli dosyalarını çalıp Almanya dışına çıkartığı o kitlesel eyleme Batı medyası nasıl övgüler yağdırmıştı. Bir düşünelim, Ankara’da es kaza kitleler ayağa kalkıp, MİT merkezine dalsalar ve ellerine geçirdikleri dosyaları sokağa fırlatsalar, kolluk kuvvetleri de bu duruma sertçe müdahale etseler, aynı Batı medyası acaba Doğu Alman kitlelerine verdiği desteği verecek midir? Ben şüpheliyim. Veyahut, Yelsin’in parlamentoyu nasıl topa tuttuğunu hatırlayalım. Bu olay meydana geldiğinde Batı medyasından tık çıkmadı. Demokrasinin tapınağı parlamento bombalanıyor ve özgür basında tık yok. Bu ne iş?

Velhasıl, anlatmak istediğim, kendini Marksist telakki eden Batılılar dahi, burjuva demokrasisinin zaviyesinden bakarak bir Doğu Avrupa eleştirisi yapılıyorsa, burada bir sorun var demektir; ne yazık ki bizlerin arasında da, karşı tarafı görüp (ki ne kadarını gördüğü de tartışmalıdır) kendi bastığı zemini görmeme eğilimi oldukça hakimdir.

Tekrar Kasım 1989’a gelelim. Bir çağ deviren o güzel/uğursuz gece, devrimcilerin hep hayalini kurdukları ‘domino teorisi’ tersine işlemeye başladı ve ‘reel sosyalist’ ülkeler kısa süre içerisinde bir bir yıkıldılar. Nihayetinde SSCB de dağıldı. Soğuk Savaş’tan Batı galip çıktı. ‘Büyük Almanya’ yeniden tarih sahnesinde yerini aldı. Bu süreç genel olarak Batı’da ve Doğu’da nasıl algılandı, nasıl yorumlandı?

Yine şöyle anlatmaya çalışayım. ‘90’ların sonunda Wiesbaden’de bir otobüse bindim. Şoför benim Berlin’den geldiğimi duyunca kendisinin de bir zamanlar Berlin’li olduğunu söyledi. Sonra sohbet koyulaştı. Adam sohbetin ortasında, “İkinci savaşta aldığımız toprakların hepsini savaşın sonunda yitirmiştik, şimdi hepsini tek tek geri alıyoruz,” demesin mi…

Diyeceğim, bu iyi bir Alman tarih bilincine sahip ‘vatandaş’, hakikaten haklı bir noktaya parmak basmıştır. Sadece Almanya’nın doğusunu değil Baltık ülkelerini, Çekya, Slovakya, Macaristan ve eski Yugoslavya’dakini kapsayan bölgede eskiden nasıl bir Alman etkisi varsa, aynı arzular ve etkiler bugün tarihin arka perdesinden yeniden çıkıp önümüze dikilmiş vaziyettedir.

Herhalde Thatcher ile Mitterand bu yüzden olsa gerek, Batı ile Doğu Almanya’nın birleşmesine çok gür bir sesle itiraz etmişler, karşı çıkmışlardır. Geçenlerde yayınlanan bir İngiliz belgesine göre, Margaret Thatcher, Bonn’daki büyükelçisine yolladığı bir iç yazışmada, “Almanya kendisinin ve bütün Avrupa’nın bölünmesine yol açan ikinci savaşı unutuyor herhalde,” şeklindeki yorumunu kayda düşürmüştür.

Tersinden bakılacak olursa, Gorbaçov bu çelişkilerin Batılı müttefikler arasında mutlaka ortaya çıkacağını tahmin ettiğinden Doğu Almanya’yı bir tepsi üstünde Batı Almanya’ya sunmuş, fakat dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştur…

Bizim açımızdan bakacak olursak, Doğu Bloğu’nun çökmesi bir sürü kafa karışıklığını tetikledi. Tam o esnada ABD’li komünist Bob Avakian’ın çıkan kitabının adı Sahte Komünizm Öldü, Yaşasın Gerçek Komünizm’di. Yirmi yıldır genel olarak Marksizm ve çok özel olarak proletarya diktatörlüğü o denli gözden düşmüştür ki, artık bunları telaffuz eden herkese deli gözüyle bakılmaktadır.

Halbuki, 1871’de Paris Komünü’yle başlayıp, 1917’de Ekim Devrimi, 1949’da Çin Devrimi ve nihayet proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesini savunan 1966’daki Büyük Proleter Kültür Devrimi’yle komünizmin birinci evresi, 1970’lerin ortasında kapandı. Fizik kanunudur. Bir şeyin kapandığı yerde bir başka şey açılır. Bunun içinse menteşe gerekir. Bütün dünyada bu meseleleri münakaşa eden insanlar, komünizmin ikinci evresinin menteşesi olacaklar mı?

Arkasından gelen süreçte, ABD gecikmeden ‘yeni dünya düzeni’ diyererek galibeyetini resmen deklare etti ve ‘kapitalizmin edebi hükümranlığı’nın önünün tamamen açıldığını düşündü…

Evet, doğru. Fakat yine biliyoruz ki, dönemin ünlü teorisyeni, Tarihin Sonu kitabının yazarı Fukuyama, daha sonra kalkıp özeleştirisini verdi ve ideolojilerin bitemeyeceğini ilan etti.

Yeni dünya düzeni tek başına ABD’nin dünya düzeni değildi ve böyle olamayacağını ABD de biliyordu. Peki, olmasını istemiyor muydu? İstiyor olabilirdi. Ama yeni dünya düzeninde kendisinin, müttefikleriyle birlikte dünyayı yeni baştan dizayn etme telaşına düştüklerini de bal gibi bilmekteydi. Clinton dönemi esasen bu projenin hayata uygulanmasını beklemekle geçti.

Öyle ki, ne SSCB-sonrası Rusya, ne Avrupa (Birliği), ne de şimdilerde artık emperyalist bir güç haline gelmiş bulunan Çin, yeni dünya düzeninde baş çekecek durumda değillerdi. Bana göre 11 Eylül sonrası izlenen tektaraflı politikalar, ABD’nin baş çekmekte artık kimseyi bekleyemeyeceğinin deklare edilmesiydi.

Bu tartışmaya fazla girmeyelim, ama yine de şunu sorayım. 2001’in üstünden dokuz yıl geçtikten ve küresel kapitalizmin dünya çapında büyük bir krizi patlak verdikten sonra, sistemin ağırlık merkezinin Doğu’ya doğru kaydığı/kaymaya başladığı yönünde de çok ciddi analizler söz konusu. Yeni, birleşik Almanya, İkinci Dünya Savaşı macerasından altmış küsur yıl sonra, büyük kapitalist devletler arasındaki güç mücadeleleri içerisinde nerede yer alıyor ve neye göz dikiyor?

Almanya NATO’da ABD’den sonra, dünyanın muhtelif yerlerinde en fazla asker bulunduran ülke konumuna geldi. Silah satışları tavan yaptı. 1990 öncesinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan ötürü herhangi bir yere silah satarken binbir açıklama ve şeffaflığı yerine getirmesi gereken (gerçi o örneklerde de bir yolunu bulup bu gereklilikleri yerine getirmiyordu) Almanya, artık en ufak bir açıklamada bulunmaya dahi tenezzül etmiyor.

1990 öncesinde Alman ordusuna mensup olmak övünülecek bir durum değilken, bugün artık tam anlamıyla övünç kaynağı ve silahlı kuvvetler, güvenceli bir işyeri. Evvelden askeri yemin törenleri kışlaların çitleri ardında yapılırken şimdi aleni törenlere dönüştü, hatta televizyonlardan canlı olarak naklen yayınlanıyor. Almanların buna özellikle ihtiyaçları var. Ne de olsa, güçlerini yeniden dünyaya göstermeleri gerektiği kanısındalar.

Fakat hem siyasal hem de askeri bakımdan bir sürü belirsizlik söz konusu. Siyasal zeminde nihai ittifak kiminle yapılacak? Almanya-Fransa eksenine mi yaslanacaklar? Bu da kesin olarak belirlenmiş değil. Almanya-ABD ekseni, Almanya-Rusya ekseni –hepsi ihtimal dahilinde. Bütün bunlar, önümüzdeki dönemde enerji hatlarının nasıl tanzim edileceğine, son dakikalarda kimin kime çalım atacağına çok bağlı.

Almanların herhalde en büyük dezavantajları, ordularının 50 yıldır savaşmamış ve lekeli oluşu. Müttefiklerine kıyasla tecrübeleri hâlâ sıfır düzeyinde. Afganistan’dan iki cenaze haberi geldi mi, ortalık toz duman oluyor. Toplumun bu duruma alıştırılması kolay olmuyor. Birilerinin, onyıllardır süregelen barışçıl ortamın bittiğini sıradan insanlara anlatması şarttı. Ne ironidir ki, bu görev de 1980’lerde savaş karşıtlığıyla bilinen Yeşiller’in omzuna yıkıldı.

Yeşiller deyince, ’68 ve Prag Baharı nasıl yansıdı Doğu Almanya’ya? Bahro’yu, Havemann’ı, Bierman’ı, ‘yeşil sosyalizm’ düşüncesini çıkaran dinamik, Batı Almanya’da Dutschke etkisiyle birleşince, Duvar’dan önce ve sonra resmi Yeşiller Partisi ekseninde nasıl bir maceraya evrildi?

Prag 68’i yaşarken bütün Batı sokakları da ‘68’i yaşıyordu. Paris ‘gerçekçi ol, imkânsızı iste’ diyen gençlerle işçilerin ortak mücadelesine şahit olmaktaydı. Batı Berlin’deyse Vietnam’la dayanışma içinde olan Dutschke önderliğindeki öğrenci gençliğe, şimdi Aydın Doğan’ın ortağı olan Springer Yayınevi “Doğu’ya defolun!” manşetleriyle öfke kusmaktaydı.

İşte bu ortamda Bahro, Havemann ve Bierman gibi insanlar klasik bir anti-komünizm rüzgârına kapılmayıp, Batı’daki öğrenci hareketlerini takip ederek, Çin’deki Kültür Devrimi’nden etkilenmiş Sartre’ları okuyarak DAC’yi sorgulamaya koyuldular.

Ben tesadüfen bu isimlerin ikisiyle, Bahro’yla ve Bierman’la tanışma fırsatını buldum. İkisi de 12 Eylül sonrasında Türkiye devrimcileriyle dayanışma eylemlerinde yer aldılar. Bierman, Hamburg’dan sınır dışı edilecek olan Türkiyeli devrimcilere yönelik operasyonu engellemek amacıyla yapılan havaalanı işgaline bile katıldı.

Ne yazık ki bu insanların ikisi de, 1980’lerin ortalarından itibaren açıkça sağa kaymaya başladılar. Gene bir tesadüf sonucu, bir arkadaşımın annesiyle birlikte, son yıllarını geçirmekte olan Rudolf Bahro’yu görme imkânı bulduğumda kelimenin tam anlamıyla şok geçirmiştim. Bahro, son yıllarında apaçık biçimde ekolojik faşizme savrulmuştu.

Doğayı insanın tahrip ettiğini, o yüzden insana karşı son derece otoriter davranarak bu tahribatın önüne geçilmesi gerektiğini falan savunuyordu. Her türlü hayvansal gıda maddesinin yenmesinin yasaklanmasını talep etmenin yanında, Üçüncü Dünya’da doğayı tahrip eden uygar-olamamışların kötekle adam edilmelerinden yana sözler söylüyordu. Bierman ise İsrail devletini savunmaya girişmiş, Körfez Savaşı’nı desteklemenin derdine düşmüştü. Tabii, önceleri herkesin gözü üstünde olan bu entelektüeller ve sanatçıların daha sonra bu denli uç kutuplara savrulmaları onların izleyicilerinin üstünde ciddi tahribatlara yol açtı.

Yeşiller’in çıkıştaki iddialarının tersine bir rüzgâra kapılmaları da bu entelektüel savrulmayla mı bağıntılı?

Şüphesiz bu savrulmayla Yeşiller’in izlediği çizgi arasında bir bağ var. Müsaadenle bunu biraz detaylandırayım. Yeşiller homojen bir yapı değildi, birçok gücün biraraya gelmesiyle oluşmuştu. Fakat en önemli güç, ‘70’lerin Maoisti diye bilinen KBW (Komunistische Bund West Deutschland – Batı Alman Komünist Birliği) idi. 70’lerin ortasında bu kitlesel hareket, Mao’nun ölümünü takiben Deng Siao Ping’i destekledi ve kapitalist geriye dönüşü alkışladı.

Türkiye’deki Turkiye İşçi Köylü Partisi’nin kardeş teşkilatı olan bu parti, 70’lerin sonunda kendini lağvetti ve Sınıf Mücadelesi Kooperatifi Şirketi’ni kurdu. Derken, Komün adıyla bir dergi çıkarıp bütün bir Marksizmi masaya yatırdılar. Ve Yeşiller’in başlangıcında oraya iltihak ederek, Yeşiller içinde en büyük fraksiyonu meydana getirdiler.

Adım adım, sınıf atlayarak Alman ulusunun çıkarlarıyla, daha doğrusu tekelci burjuvazinin çıkarlarıyla kendi çıkarları arasında bir ortaklık görmeye başladılar. Bu kapsamda üstlerine düşen görev, sol bir söylemle hareket etmekti; bu misyonlarını hâlâ sürdürmeye çalışıyorlar. Ama en son, Kosova savaşında izledikleri politikayla birlikte Yeşiller’in tamamen savaş suçlusu bir hareket olduğu tescillendi.

Bu savaş sırasında KBW’nin lideri Joscha Schmierer, Yeşiller’in dışişleri bakanı Fischer’in başdanışmanıydı. Keza, filozof Habermas da Fischer’in danışmanıydı. Bu simalar düpedüz Kautsky’yi aratmayan politikalara ortak oldular. Merak ederseniz, o Fischer şimdi nerede, ne oldu? Nabucco projesiyle birlikte BMW firmasının ekoloji danışmanı! Sanırım, Yeşiller’e bu kadar yer yeter.

Öyleyse bugüne bakalım: Almanya’da Yeni Sol Parti’nin kurulmasına giden süreç nasıl gerçekleşti?

DAC çökerken, kırk yıldır devleti elinde bulunduran sınıflar ile onlarla dirsek temasındaki başka kesimlerin, mesela yüksek memurların, akademisyenlerin, kimi yazar ve sanatçıların, emekli ordu ve polis mensuplarının SED’den sonra ortak bir çatıda birleşmeleri önemliydi. Ve bunu kurdular. PDS’i, Demokratik Solun Partisi’ni kurdular.

İlginçtir, SSCB’nin ve DAC’nin Batı Almanya’daki uzantısı olan DKP’ne (Alman Komünist Partisi) hiç yüz vermedi PDS. Yeni bir parti olduğu iddiasını taşıyordu, fakat Doğu Almanya’ya hapsolmuştu. Kurulur kurulmaz birleşik Almanya’nın yasalarına riayet edeceği konusunda güvence vererek katıldığı saçimlerde, eski DAC’yi oluşturan eyalet meclislerine ve federal parlamentoya girmeyi başardı.

DAC’yi kuran kadrolardaki şovenizmin PDS’ye de sirayet etmesi kaçınılmazdı. Bu parti AB’ye karşı çıkarken Alman tekellerinin çıkarlarını gözetiyor, Doğu Almanya’ya yapılacak yatırımların önemini vurguluyordu. Kosova savaşına karşı çıkışı laftaydı. Batı Almanya’da SPD’den ayrılan Oskar Lafontaine ve sendikacı kadroların oluşturduğu WASG (Seçim Alternatifi ve Sosyal Eşitlik) hareketiyle birleşerek Die Linke (Sol Parti) adını alan PDS, sadece eski Doğu Almanya’nın sosyalist kodamanlarının partisi olmakla kalmayıp, şimdi Batı Almanya’nın işci aristokrasisiyle de birleşmiş ve sosyal demokrasinin solunda bir düzen partisi olduğunu deklare etmiştir.

Sol Parti’nin son seçimlerde aldığı sonuç, birçok sol çevre tarafından başarı olarak değerlendirildi. Bu değerlendirmeye katılıyor musun? Sence bu partinin niteliği nedir?

Neyin başarısı? Lenin’in şu sözü hâlâ geçerlidir bence: Siyasal iktidar alınmaksızın her şey hayaldir. Die Linke (Sol Parti) iktidara gelse bile toplumu mu dönüştürecek, sosyalizmi inşa etmeyi mi hedefleyecek? Yine diyelim, dogmatikçe ve antik çağa özgü sorular bunlar. Yarın başka bir savaş gündeme gelse bu parti ezilenlere neyi önerecek: savaşmayı mı, yenilgiciliği mi?

Lenin vakti zamanında Kautsky’yi isteseydi bile savaşı iç savaşı çeviremeyecek olmakla suçlarken, bugünkü Sol Parti’nin böyle bir tartışmanın yanına bile yaklaşamayacağı herkesin malumu. Die Linke liderlerinin solu, zamanında Kautsky’nin iddialarının bile fersah fersah gerisindedir.

Sovyetler Birliği’nde, diğer ‘sosyalist blok’ ülkelerinde ve Çin’de, ‘reel sosyalizm’ döneminin üst düzey bürokratları ve parti yöneticileri, rejim değişikliği sonucu yerlerini kaybetmediler; bilakis, yatay bir geçişle yeni kapitalist rejimlerin efendileri haline geldiler. Yeltsin, Aliyev, Putin ve daha niceleri, hele ki Türki cumhuriyetlerdekiler… Dolayısıyla, burada yapısal bir eğilim söz konusu değil mi?

Bana göre SSCB, geriye 1990’da dönmedi. Geriye dönüş 1950’lerin ortalarından itibaren fiiliyata dönüştü. SBKP’nin 20. Kongresi, SSCB’de geriye dönüşün resmi olarak tesciliydi. Bütün acımasızlığı, hataları ve yanlışları bir tarafa, Stalin yönetimindeki SSCB’de henüz üretim ‘şahsen gaspedilmiyordu’. Ama Kruşçev Rusyası’nda, üretimin yeniden örgütlenmesi ve bu toplumsal üretimin ‘şahsi gaspı’ fiili bir gerçekti.

Tabii, geriye dönüşün müsebbibi, görünüşteki parti bürokrasisi değil, partinin ‘göbeğinde’ yeşeren yeni burjuvaziydi. Mao’nun ünlü sözüdür, “Sosyalizmi inşa ediyorsunuz, kapitalist yolcuların nerede olduklarını bilmiyorsunuz. Kapitalist yolcular, partinin tam merkezindedirler. Merkezi bombalayın,” der.

Dolayısıyla, Stalin’in ‘emperyalizmin ajanları’ diye tanımladığı Buharin’ler ajan falan değillerdi. Ama Aliyev’ler, Yeltsin’ler, vb. özü kapitalist, adı sosyalist devletin yönetici kadrolarıydılar ve yatay geçiş yapmakta hiç zorlanmadılar. Aynı durum Çin için de geçerlidir. Bir farkla ki, Çin daha hâlâ ‘resmi din’ haline getirdiği ‘sosyalizm’ lafını tutup bir kenara fırlatmadı. Şimdilik bu lafın toplumda bir ‘tutkal’ vazifesi görme durumu geçerliliğini az da olsa koruyor.

Yine ve söyleşiyi bağlarken, başka bir enteresan (ya da, ibretlik diyebiliriz) konuya geçeyim. Çeşitli kaynaklardan öğrendiğimiz üzere, Almanya’nın değişik yerlerindeki anıtlarda Yahudi Soykırımı’nın kurbanları içinden komünistlerin isimlerinin ayıklanıp geriye sadece Yahudi isimlerinin bırakılması, keza özellikle sinemada Hitler’in ‘insani’ yönüne ağırlık veren filmlerin yapılması, ülkede siyasal-kültürel iklimin giderek daha sağa kaymasına yönelik bu tür göstergelerle beraber anılması gereken bir olgu mu?

Evet. Bu çok doğru ve yerinde bir saptama. İşin daha ilginç yanı şu. Bu tip tarih çarpıtıcılığı şimdilerde çok daha sinsice yöntemlerle uygulanıyor. Mesela, ‘Nazi ve totalitarizm kurbanları’ dendiği anda, birincisi, Nazi dönemi ile DAC’nin SED dönemi aynı denkleme sokuluyor. Bu, tam bir ifadeyle, tarihe çalım atmaktır.

20 milyon Sovyet vatandaşını katletmiş, 6 milyon Yahudiyi soykırıma tabi tutmuş, komünistleri, partizan direnişçileri, her renkten muhalifleri, Romanları, eşcinselleri gözünü kırpmadan işkencelerden geçirip öldürmüş bir rejim ile Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni bir ve aynı kefeye koymak, doğrudan Nazi rejimini aklamanın bir yoludur.

İkincisi, bunlara ‘eski kavramlar’ diyerek burun kıvıracaklar olacaktır ama, faşizm ile komünizmi (DAC’nin komünist olmadığı gerçeği burada tartışma dışıdır) bir ve aynı göstermek, tipik biçimde burjuva diktatörlüğünü saklama çabasının ürünüdür. Faşist rejimler ile burjuva demokratik rejimler aynı madalyonun iki farklı yüzüdür. Hiçbir ‘barış/demokrasi/gelişme’ havarisi bu gerçeğin üstünü kalıcı biçimde örtemez.

Burada verilmek istenen mesaj şudur: Tarihte Nazileri ve DAC’yi yargılayın, günümüzdeki birleşik Almanya’nın nimetlerinin kıymetini bilin. Oysa bu Almanya da, daha utangaçça ama kendini gizlemeyi de başaramadan, yeni pazar alanları için rakipleriyle kapışmalara giriyor. Bir örnek: Hırvatistan’ın kuruluşu aşamasında, dışişleri bakanı Genscher’in, etkisi altındaki Hırvatlara, “Siz bağımsızlığınızı ilan edin, biz sizi destekler, diğer AB ülkelerine bu durumu kabul ettiririz,” deyişi unutulur mu?

Özel olarak Hitler meselesine gelince… Bu konuda da ikili bir numara oynanıyor. Birincisi, Nazi Almanyası’nın bütün yaptıklarını Hitler’e fatura etmek. Bu suretle bütün bir Almanya’nın bir delinin kuyruğuna takıldığına inandırmaya çalışıyorlar bizi. İkincisi, Hitler de nihayetinde bir insandı ve ciddi psikolojik sorunları vardı, derken faşist olup çıktı demeye getiriyorlar. Üstelik bu, ortalama Avrupalının çok sevdiği bir oyun.

Şimdi konu dışı ama, bunun en yakın ve bariz örneklerinden birisi, Tarantino’nun Soysuzlar Çetesi filmi. Oradaki Hitler parodisini görmelisin…

Görürüm. Herhalde aynı mekanizma işliyordur. Çıplak gözle görülen bir hunharlığın arkasında yatan siyasal, iktisadi ve ideolojik düzlem asla akla getirilmesin, en büyük felaketlerin sebepleri bile bu kertede sorgulanmasın isteniyor. Onun yerine, varsa yoksa Freud, psikanaliz, ve saire.

Almanya’da okurken, tarih öğretmenim ciddi ciddi Hitler’in baba tecavüzüne uğradığından dem vurup duruyordu. Bütün bu dolambaçlı izahatlar ve bahanelerin buluştuğu nokta, Hitler’in ve bütün bir Nazi partisinin doğrudan Alman tröstlerince desteklenip finanse edildiğini, faşizm ile finans-kapital arasındaki dolaysız ilişkiyi yok saydırıp, asıl gerçeklerin tarih çarpıtmalarıyla halı altına süpürülmesi.

İnan, bu ülkede Alman İmparatorluk Ordusu’nun, yani duzenli ordunun ikinci savaşta SS ve SA’larla birlikte savaş suçu işlediği hâlâ kabul edilmez. Bugün bile dışişleri bakanlığı kademeleri, Alman diplomatlarının ikinci savaşta suç işlediklerini resmen inkâr ederler.

Duvar’ın yıkılmasıyla beraber kapitalist sistem, dünya ölçeğinde kazandığı üstünlüğü kalıcılaştırma arzusunu şöyle bir silsileye dayandırıyor: Tarihin ideolojiden, siyasetin tarihten, hayatın da siyasetten arındırılması süreciyle…

Aynen öyle. Bugün bu ülkede utanmadan Marx’ın ne kadar büyük bir ‘Alman düşünürü’ olduğunu söylüyorlar. Dikkat edelim, burada vurgu Marx’ın ‘Alman’ oluşuna yapılıyor. Oysa Alman olmanın Marx’ın gözünde en ufak bir şey ifade etmediğini dünya alem bilir.

Ardından diyorlar ki, Marx’ın istedikleri bugün gerçek oldu; artık işçiler kötü koşullarda 12 saat çalışmıyorlar, her türlü hakka sahipler, falan. Oysa sosyalist düşünceye karşı bir denge unsuru olarak ta Bismarck’tan bu yana kurdukları ‘sosyal devlet’i günümüzde bizzat kendilerinin nasıl delik deşik ettiklerini hepimiz izliyoruz.

Zaten o yüzden, küresel kapitalizmin bu krize düşmesine sevinmek değil, bu krizden kendi gayretleriyle çıkmasından korkmak gerek ya. Sence hâlâ içinde bulunduğumuz krizin Almanya ve Avrupa için yakın ve orta vadeli gelecekte doğuracağı muhtemel sonuçlar neler olabilir?

Bir kere şu meselenin bizim gözümüzde açık olması lazım. Bu kriz, Marx’ın bahsettiği türde bir devrevi krizdir. Bunu şu sebeple vurguluyorum: Mütemadiyen kriz tellallığına soyunan bir sol eğilim de var. Ve bu krizin kendiliğinden çöküşe yol açması umut ediliyor sanki. Bu fikrin tarihsel arka planda Palme Dutt ve Yevgeni Varga gibi Komintern’in iktisat uzmanlarının genel kriz teorisinden beslendiği akıldan çıkarılmamalıdır.

Bu teori, kapitalizmin mütemadiyen krizde, hem de başaşağı giden bir krizde olduğunu varsayar; karşı kamp bu krizi ancak faşizmle önleyebiliyordur, o yüzden geniş bir demokrasi mücadelesiyle faşizm yıkıldığında kapitalizmin çökeceği iddia edilir. Kanımca tamamen yanlış bir teoridir bu. Ayrıca, sınıf işbirliğine kapıyı aralar.

Bakın, bu teorinin tezahürünü dünyanın her yerinde olduğu gibi Almanya’da da gözlemleyebiliyoruz. Kapitalizmin krizine karşı geniş ittifaklar önerilerek, sosyal devletin devamının sağlanması mücadelesi verilmeye çalışılıyor. Oysa bu kriz, akla gelmeyecek kargaşalar ve kaosları da beraberinde sürükleyebilir ve bu hiç de gerçekleşme ihtimali az olan bir senaryo değildir. Birkaç yıl önce Paris varoşlarında patlayan ve ara ara nükseden isyanlarda gördüğümüz gibi…

Hem ayrıca, ulus-devletler hâlâ kendilerini lağvetmiş değiller. Uluslararası, küresel kapitalizm hâlâ ulus-devletlere yaslanıyor. Alman tröstü Alman tröstü olarak kalmaya devam ediyor ve açıkça Alman devletinin himayesinde faaliyetini sürdürüyor. Almanya ve Fransa’nın son iki yıldır kendi ulusal tröstlerini kurtarmak için nasıl delice bir çaba sarf ettikleri herkesçe görülen bir gerçektir.

Kritik olan, sistemin kendiliğinden çökmeyeceğini ve çökmeyen bir sistemin mutlaka kendi çıkış yolunu bulacağını unutmamaktır. Her çıkış arayışı, eninde sonunda pazar alanlarının, eskiden dünya pazarı, şimdi küresel pazar denen alanların yeniden tasnifini, bildiğimiz deyişle, yeniden paylaşım ve dağılımını mutlaka beraberinde getirecektir. Yıkamadığımız sistemin korku salan yanı da budur:

Hiçbir pazar kavgası ‘lay lay lom’ yöntemlerle çözümlenmez; günümüz savaşları televizyon ekranlarında yanıp sönen yeşil ışıklardan ibaret gösteriliyor diye, Irak’ta 1 milyona yakın insan ölmemiş sayılmaz.