Pirtûk û Wêje

 

Pirtûk û Wêje
7. April 2017

Yazar Emrah Cilasun ile Söyleşi
Sohbetlerimiz bu defa yakın ve siyasi tarih araştırmacılarından bir kalemle devam ediyor: Yazar Emrah Cilasun. Yazar ve belgesel yapımcısı dostumuz siz okurlarımız için şu bilgileri aktardı:
• Pirtûk û Weje: Kısaca eserlerinizi ve kendinizi tanıtır mısınız, okurlarımız sizi bir de sizden duysun istiyoruz?
Bir yazarın kendisini ve eserlerini tanıtması zor ama deneyeyim… Bendeniz 1966, İstanbul doğumluyum. Şekillenmemde rolü olduğu için belirteceğim. Geldiğim ailenin iki özelliği var. Biri, anne ve babanın sanatçı, devrimci sanatçı olmalarıdır. Bir diğeri ise annemin Çerkes Ethem sülalesinden gelmesi (zira annesi Ethem’in yeğenidir), babamın ise 1938 Dersim sürgünü olmasıdır. Velhasıl “müzmin muhalif” bir aile ortamında doğmuş ve büyümüşüm.
Evebeynlerim, 1968’in siyasetten sanata her alanda dünyayı derinden sarstığı bir ortamda, kurdukları Sahne Anadolu Topluluğu ile 1976’ya kadar Türkiye’nin ve Kürdistan’ın dört bir yanında, devrimci sanatı kitlelere götürmüş tiyatroculardı. Sanatsal faaliyetleri engellenip, tiyatroları yasaklanınca, 12 Eylül darbesinden iki sene evvel, beni de yanlarına alıp, Almanya’ya yerleştiler.
Benim siyasi şekillenişim bu süre zarfında başlamıştır. Tabiri caizse 14 yaşından itibaren Kaypakkaya geleneğinin Rahle-i Tedris’inden geçerek büyüdüm. Yazmayı, araştırmayı, yabancı dili o zamanlar benim için adeta bir okul işlevi gören bu gelenekte öğrendim…
Geçen sene 3. baskısı yapılan Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya adlı ilk eserimi 28 yaşındayken (1994’de) kaleme aldım. Ardından (1998) Kaypakkaya’nın hayatını anlatan Kırmızı Gül Buz İçinde adlı belgeseli yaptım. Daha sonrada sırasıyla Bâki İlk Selam-Çerkes Ethem (2004), Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını Kim Öldürdü? (2009) ve Yeni Paradigmanın Eşiğinde ‘Bediüzzaman’ Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği (2015) adlı eserleri yayınladım. Bu çalışmaların iki ortak özelliğinden bahsetmem gerekiyor. Birincisi bu eserlerin Marksist bir bakışaçısıyla ele alındığıdır. İkincisi ise, her bir çalışma takriben beş sene sürmüştür. Zira bu eserlerin –yabancı TV arşivlerinde bulduğum görüntülerle Kaypakkaya belgeseli de dâhil olmak üzere- tümü yabancı (Alman, Fransız, İngiliz, Rus ve Yunan) devlet arşivlerinde tarafımdan araştırılıp, bulunan belgelere dayanmaktadır.
Anlayacağınız, benim işim Türkiye’nin yakın tarihidir ve haliliyle mekânım da tozlu arşivlerdir…
• Pirtûk û Weje: Edebiyattan ne anlıyorsunuz, edebi anlayışınızın genel bir çerçevesini çizer misiniz?
Benim alanım siyasi tarih. Haliyle edebiyat hakkında konuşmak bana düşmez. Kaldı ki okuduğum romanlar ve öykülerde bir elin beş parmağını geçmez. Uğraştığım alan itibariyle okumak zorunda olduğum edebiyat eserlerini bunun dışında tutuyorum. Zira bu tip edebi eserler benim araştırma alanıma dâhil olan unsurlar. Mesela Osmanlı’nın son yüz yılı ile Cumhuriyet’in kuruluş yılları arasındaki dönemi araştırıyorsanız, Vatan ya da Silistire’den tutun da Safahat’a, Zeytin Dağı’ndan tutun da Ateşten Gömlek’e kadar bir dizi edebi eseri okumak zorundasınız.
Şimdi sorunuza dönecek olursam edebiyat metinlerinde, tabii ki patetik dili beğenmiyorum. Keza baştan sona kadar olumlu ve olumsuz karakterlerin yer aldığı metinleri sıkıcı buluyorum. Beni daha çok hayatın çelişkilerini, bu çelişkileri karakterlerine yansıtan metinler heyecanlandırıyor. Başlangıçta olumlu tasvir edilen karakterin bir müddet sonra olumsuz bir karaktere dönüştüğü veya olumsuz karakterin olumluya dönüştüğü metinleri keyif alarak okuyorum. Özetin özeti, okuyucuyu “ters köşe”ye savuran edebiyatı tercih ediyorum.
• Pirtûk û Weje: Kurgu mu ilk tercihiniz yoksa daha çok toplumsal gerçekçilik mi ağır basıyor?
150 küsur yıllık Komünist bilim ve onun pratiğini sorgulayarak, komünizmin Yeni Sentez’ini –buna Yeni Komünizm de demek mümkün- inşa eden Bob Avakian’ın, edebiyatın da bir parçasını oluşturduğu sanata dair aşağıdaki saptamalarını hem burada paylaşmak hem de okuyucuyu Avakian’ın, Yordam Kitap’tan çıkan Kültür, Sanat, Bilim ve Felsefe Üzerine adlı eserini incelemeye davet etmek isterim. Şöyle diyor Avakian:
“Sanat hakiki olmayan şeyler sunar ve izleyici kitlesinin ilgisini çekerek, sanki bunlar hakikiymiş gibi tepki vermesini sağlamaya çalışır, ama aynı zamanda da daha temel ve daha geniş bir düzlemde, hem sanatı yapan kişiler hem de izleyici kitlesi sunulan şeyin gerçek olmadığını bilir. (Belgesel filmler ya da “gerçek bir öyküye dayanan şeyler vb. söz konusu olmadıkça.)
“Sanatın büyük bölümü özellikle de kendini şeylerin hakiki olduğunu kurgusal olarak sunan sanat, gerçek olaylardan kaynaklanıyor olsa bile, bir yandan izleyici kitlesine bunu belirli bir düzeyde kabul ettirmeye ya da gerçekmiş gibi karşılık vermesini sağlamaya çalışırken, aynı zamanda da daha derin bir düzlemde ve bir adım geriden bakarak gerçek olmadığını bilmesini sağlamaya çalışır. Dolayısıyla, sanat birçok fantastik şey sunar ve sunmalıdır da, aksi halde gerçekten sanat olmazdı. Sanat öyle yapmasaydı sanat olmazdı. Ama nihai bir anlamda, bu fantastik şeylerin hakiki olduğunu iddia etmez. İzleyici kitlesini, hiç değilse çoğunlukla, bu fantastik şeylerin somut olarak gerçek şeyler veya olaylar olduklarına inandırmaya çalışmaz.
“Ama efsane olmadan yapamayız. İnsanlık asla başka bir anlamda efsane olmadan yapamazdı ve yapmak da istemezdi. Başka bir biçimde söylersek, sanatta ve daha geniş olarak yaşamda mecaz olmadan yapamayız, yapmak da istemeyiz. Başka bir deyişle, imgelem olmadan yapamayız, yapmak da istemeyiz. Elbette sanatta mecaza gereksinim vardır…
“Bilim ile imgelem arasında bir karşıtlık –ama yine, farklılık kadar özdeşliği de içeren diyalektik bir karşıtlık- vardır, öyle ki her biri diğerine esin ve güç verebilir ve vermelidir de. Ve aslında her biri diğerinin içinde vardır. Bilim içinde imgelem ve imgelem içinde bilim vardır. En bilim dışı imgelem bile içinde biraz bilim barındırmaktan kaçınmaz ve “en kuru” bilim bile tüm imgelemeden tam anlamıyla yoksun olamaz.”
• Pirtûk û Weje: Siyasetin edebiyat ürerindeki etkileri hakkında neler düşünüyorsunuz? Bağ ve ilişkiler nerede başlıyor, nerede bitiyor? En sağlıklı izlenmesi gereken yol sizce nasıl olmalı?
Bunlar zor ve üzerinde kafa yorulması gereken sorular. Benim geldiğim gelenek de dâhil olmak üzere dünya komünist hareketinin sanata ve onun bir parçası olan edebiyata yaklaşımı içerisinde olumlu örneklerin yanı sıra –ki maalesef bunlar unutulmuştur- bir hayli olumsuzluğu barındırmaktadır. Bunların başında sanatı ve edebiyatı araçsallaştırmak vardır. Ve/veya sanatı ve edebiyatı ajitatif olduğu ölçüde benimsemek, sahiplenmek söz konusudur. Bu, oldukça sorunludur.
Müsadenizle burayı biraz daha açmak isterim. Toplumda siyasetin sirayet etmediği yer hemen hemen yok gibidir. Haliyle edebiyatın, son tahlilde üstyapıya (kültür, din, ideoloji, gelenek, görenek vs.) tekabül etmemesi düşünülemez. Yazarların (sanatçıların) bu durumun dışında kalmaları mümkün değildir. Fakat akıldan çıkartmamak gerekir ki, bu insanlar siyasetçi, lider vb. değillerdir. Onlara ne böylesi bir misyon yüklenmeli ne de böyle bir beklenti içerisinde olunmalıdır.
Peki, siyaset alanında dünyayı değiştirme iddiasında olan devrimci/komünist bir aktörün (partinin) yazarla (sanatçıyla) arasında nasıl bir ilişki olmalıdır? Güç sahibi olduğunda yazarın (sanatçının) ensesinde boza pişiren, “şöyle yaz, böyle çiz” diye emir yağdıran, gücünü kaybettiğinde de yazarın (sanatçının) önünde “el pençe divan” duran siyaset, bence devrimci ve komünist bir siyaset değildir. Dünyayı alabildiğine bilimsel ve materyalistçe tahlil etme becerisine sahip bir siyasi önderliğin, yazarla (sanatçılarla) ilişkisi kökten ve çok daha farklı olmak zorundadır. Ve bu, tabii ki kolay olmayacaktır. Çok yoğun fikri bir mücadele gerekecektir. Entelektüel mayalanma gerekecektir. Her iki tarafında birbirlerinden öğrendikleri, eleştiriyi kabul ettikleri ve etmedikleri karşılıklı bir mücadele olacaktır, bu. Ama bu zorunlu ve gereklidir. Herkes gibi yazarın ve sanatçının da siyasi önderliğe ihtiyacı vardır. Önderlikten kasıt burada herkes gibi yazar ve sanatçının da ufkunu açan, isteyerek aradığı ve arzu ettiği siyasi, ideolojik, felsefi bir önderliktir. Zaman zaman yaşadığı “fildişi kuleden” inip, hayata katılması gereken yazarın ve sanatçının işte böylesi bir önderliğe, o önderlikle münakaşaya ve mayalanmaya ihtiyacı vardır.
• Pirtûk û Weje: Kürt romanı sizce var mı? Varsa birkaç örnek verebilir misiniz? Yoksa sizce bunun nedenleri neler? Her basılan romana roman diyebilir miyiz? Türk romanıyla aralarında büyük farklar var mı?
Bence daha şimdilik yok. Olmamasının nedeni ise ortada. Milli baskı ve eşitsizliğin olduğu bir toplumda, üretim ilişkilerinin ve pazarın hâkim ulusun dili aracılığıyla işlediği, eğitimin hâkim ulusun diliyle yapıldığı bir toplumda Kürt romanının olmaması “doğal”!
Bir de bir başka tayin edici boyutun üzerinde durulması gerekir. 1960’larda tüm dünyada olduğu gibi Kürdistan’da da milli harekete rengini veren esasen sol ve devrimci fikirlerdi. Kürdistan’da oluşmaya başlayan akımlar “milli mesele”yi –Hamit Bozarslan’ın saptamasıyla söylecek olursak- “evrensel bir kurtuluş mücadelenin parçası olarak” görüyorlardı. Bütün bir 60’lar ve 70’ler boyunca, Kürdistan gençliği bu fikirlerle kuşanmış ve bütün bir Kürt coğrafyası muhteşem devrimci tecrübelere tanıklık etmişti. Devrimci şair Cigerxwin’u, o yılların Şivan Perwer’ini hatırlayalım. 1976’da Kızıl Çin’de kapitalizmin restore edilmesi ve 1990’ların başında, SSCB’de sahte komünizmin çöküşü, tüm dünyada olduğu gibi Kürdistan solunda da ciddi kırılmaları beraberinde getirdi. Kürdistan solu –dünyadaki diğer sol akımlar gibi-, bu krizin etkisiyle, yine Bozarslan’ın gayet isabetli bir şekilde dikkat çektiği gibi, “meşruyitini, başka anlamlar, programlar ve söylemlerle yeniden tanımlamak zorunda” kalmıştı. (Bence bir başka açıdan tüm bir coğrafyadaki siyasi aktörler açısından da düşünelecek olursa) Nedir bugün bu “yenilik”? Bütün bir değerleriyle birlikte Batı Emperyalizmiyle keza bütün bir değerleriyle İslam köktenciliği arasında, iki miyadını doldurmuş model arasındaki ayrışımdır. Şimdi Kürt entelektüelleri ve sanatçıları (tıpkı Türk entelektüelleri ve sanatçıları gibi) bu ayrımın, bu iki miyadını doldurmuş modelin basıncı altındadırlar. Maalesef bu iki eskimiş modele karşı ilerici, devrimci, komünist ses neredeyse hemen hemen hiç çıkmamaktadır. Mevcut Kürt edebiyat metinlerini bir de bu açıdan ele almak gerekir.
• Pirtûk û Weje: Kürt edebiyatının handikapları hakkında neler düşünüyorsunuz? Genel anlamda edebiyattan çok mu farklı sorunları? Engelleri aşma konusunda sizin ne gibi önerileriniz olurdu?
Kanımca yukarıda değindiğim meselelerin yanı sıra, Kürt edebiyatının, Kürdistan’daki fay hatlarına da temas etmesi gerekmekte: Mesela, Kadın sorununa! Feodal üstyapının, dinin, değerlerin, gelenek ve göreneklerin kadını nasıl prangaya vurduğunu, tecavüze uğrattığını ve hatta katlettiğini ele alıp, işlemeli. Kadınların buna karşı mücadele etmekte toplum, aile ve hatta siyaset kurumlarınca karşılaştıkları güçlükleri, çektikleri zorlukları anlatmalı.
• Pirtûk û Weje: Yazarlar arasında nasıl bir dayanışma olmalı? Dünyanın her yerinde yazarların bir araya gelip oluşturabildikleri yazar birlikteliklerini Kürt ve Türk yazarları neden gerçekleştiremiyorlar? Meydana gelen yapılanmalar neden kısa bir süre sonra hep dağılıp yok oluyorlar. Bu konuda ortak noktalar bulmak gerçekten zor mu?
Sanıyorum burada Türk yazarların hakim ulus şovenizminin Kürt yazarların da milliyetçi ufukların ötesine geçip, “dünyalı” yazar gibi düşünmeleri, sadece Türkiye’de ve Kürdistan’daki değil, dünyanın her yerindeki baskıya, sömürüye ve eşitsizliğe karşı hassasiyet sahibi olup, hareket etmeleri gerekiyor. Kanımca “ortak noktayı” belirleyecek zemin bu olmalıdır. Bunun sağlanması tabii ki kolay olmayacaktır. Mücadele gerekecektir.
• Pirtûk û Weje: Verdiğiniz değerli bilgileriniz için teşekkür ederiz.

03.04.2017

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir