Emrah Cilasun’un Mustafa Suphi’si!
Haydar Karataş
MecBuaNot (25.6.2008)
Emrah Cilasun’la tanışıklığım “Kırmızı Gül Buz İçinde”
belgeseliyle oldu. “İllegal Sol’da” ilk kez belgesel formatına uyan bir ürün
görmem; hem beni sevindirmiş ve hem de, Cilasun’un, 68 Kuşağından İbrahim
Kaypakkaya’yı, onun fikirsel oluşum süreciyle birlikte ele alması beni
etkilemişti. Ne var ki, Emrah Cilasun’u takip edenler onun 68 Kuşağının diğer
simalarının da görsel belgesellerinin çekmesini beklerken, o kendisini takip
edenlerin karşısına, “Mustafa Suphi’yle Yoldaslarını Kim Öldürdü?” sorusuyla
çıktı…
Emrah Cilasun’un, Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü?, sorusunu
kendisine sorarak başladığı Mustafa Suphi kitabını okumadan önce, Cilasun’un
kendisiyle İsviçre’nin Sohloturm kentinde, küçük bir salonda tanıştım. Ve
ertesi gün Berlin’e dönmesi gerektiği halde, gece sabaha kadar konuştuk.
Açıkcası, bana uyan ve uymayan pek çok yanı var Emrah’ın, ancak sözkonusu
Mustafa Suphi ve Emrah Cilasun’a göre Türkiye’nin ilk Komünist Partisi’nin
tarihi olunca, açıkcası şimdiye kadar okuduğum en kapsamlı araştırma olduğunu
söyleyerek başlamalıyım söze.
“Mustafa Suphi’yle Yoldaşlarını Kim Öldürdü?” sadece bir kitap mı? Elbette ki
hayır. Öncelikle, Cilasun’nun Mustafa Suphi araştırması, bir belgesel estetiği
ile hazırlanmış. Okurken sadece bir araştırma metni okumadığınızı hemen fark
ediyorsunuz. Cilasun öncelikle, sizi Mustafa Suphi ve arkadaşlarının yaşadığı
döneme götürüyor ve yıkılmakta olan bir imparatorluğun küllerinden doğan yeni
fikirleri; yıkımın, bu fikirlerin oluşmasındaki etkisini ve gene ayağa
kalkmakta olan Bolşevik İhtilalini, adeta bir görsellik tekniğiyle, kitabın
örgüsel kurgusu ile birlikte, büyük bir ustalıkla veriyor.
Bunu yaparken, Mustafa Suphi’nin, siyasal fikirlireninin oluşmasına, onun
Turancı eğilim içerisindeki hayatıyla başlıyor ve bir film şeridi gibi, bu
fikirlerin kesiştiği ve ayrıştığı dönemsel hareketlilikleri bir araya
getiriyor.
Okur , Sovyetler Birliği’nin Doğu’da ilk Komünist Partisi’ni, yani TKP’nin
oluşumunu okurken, Kemalist Devrim’in oluşma sürecini, yıkılan Osmanlı ileri
gelenlerinin, başta Enver Paşa, Kazım Karabekirler olmak üzere, içerisine
düştükleri ruh hallerine de yakından tanık olmaktadır.
Aslında Cilasun, yönetenlerin kaybetmeye başladıklarında içerisine düştükleri
ruh halini ortaya koyarken, anlatı dili ile akedimik araştırma tekniği arasında
gidip geliyor. Kullandığı bu teknik, araştırmasını geleneksel, araştırma
formunun dışına çıkarıyor. Tabii bunu yaparken, muhaliflerin yönetmeye başladığında,
nasıl bir dönem yönetenlere benzemeye başladıklarını da. Bu içler acısı
tablonun karşı karşıya geldiği yer, Emrah Cilasun’un kitabında Doğu Halklar
Kurultayı bölümüdür.
Cilasun, öylesine bir gerçekliği başarmış ki, hem kahramanlarının geçmiş
örgülerini ve hem de onların nelere başvurabilceklerini Doğu Halklar
Kurultayın’da gel -gitlerle birlikte ortaya koyar. Kurultay’da Cilasun, halkın
katilleriyle, halkın kurtarıcılarını aynı kürsüde buluşturur, ki gerçek anlamda
görünen bir dramdır. Anadolu Ermenilerinin büyük katilinin bu kongreye gidişini
ve Bolşevikler’in Enver Paşa’ya verdikleri önemi, belgeleriyle ortaya koyar.
Aslında kitabı okurken, bir bütün olarak Mustafa Suphi TKP’sinin hangi
aşamalardan geçerek oluştuğunu, sanki tüm bu ayrıntılar olmayınca
anlaşılmayacakmış gibi duruyor. Böylesine büyük ayak oyunlarının döndüğü bir
ortamda doğan bir Komünist Partisi’nin yöneticilerinin geleceklerinin
olmadığını da bilmek lazım.
Emrah Cilasun, zorlu bir yolu geçip, Bakü’deki Doğu Halklar Kongresi’nde
TKP’nin ortaya çıkışını aktardıktan sonra, kitabını tam gerçek anlamda, bir
belgesel seti kıvamına sokar ve adeta Mustafa Suphi ve arkadaşlarını adım adım
takip ederek, onları zaman zaman karşılayarak, zaman zaman büyük protestolar
eşliğinde ölüme götürür. Başta sorduğu sorunun cevabını da bu paradoksal
koşuşturmaca içerisinde okura verir…
Ancak, böylesine kapsamlı ve her kütüphanede yerini alması gereken kitap, ne
acı ki resmi söyleminin dışına pek çıkmamıştır. Kitap Mustafa Suphi’nin, Türk’e
geçmiş ararken, kendini nasıl Bolşeviklerin saflarında bulduğunu kurgularken,
kendi gerçeklik kurgusunda, Türkiye Devrimci Hareketi’nin içerisinde düştüğü
hataya düşer ve solun tarihsel resmi söyleminin dışına çıkmaz. . .
Cilasun Türkiye’de sosyalizm fikrinin oluşmasını, ulusçu ve etnik bir temelde
ele almaktadır, tabii bu, Cilasun’un etnik ve ulusçu olduğu anlamına gelmez,
ancak beslendiği kaynaklar onun böylesine muazzam bir kurgusal gerçekliğini
bozmuş ve onu resmi söylemin içerisine çekmiştir.
Türkiye’deki hem illegal ve hem de legal sol olmak üzere, sosyalizm
fikirlerinin Anadoluya gelmesini Mustafa Suphi TKP’si ile başlatır, oysa
Marksçı ideolojinin ana mantığının işçi sınıfını yani, aidat olarak emeği ele
aldığını düşünürsek, Türkiye’ye sosyalizm fikirlerinin daha önceden geldiğini,
aksine Mustafa Suphi’nin enternasyonalist sosyalizm mantığını inkar ederek,
içerisinden çıkıp geldiği Turancı geleneğin milliyetçi fikriyatını, Sosyalizm
üzerinden ifade ettiği ve bu düşünüş biçiminin, Doğu Halklar Kongresindeki
“ulusçu” mantık ile nasıl örtüştüğünü fazlasıyla görebilecektik.
Kanımca, Mustafa Suphi araştırmalarının en büyük eksikliği bu, sol Mustafa Suphi
olayını araştırırken, ulusçuluğun etrafında gidip gelmekte, Sovyetlerin
doğudaki ilk partisi olan TKP’yi nereye koyacağını bilememektedir. Öyle ki,
Mustafa Suphi sosyalistlerin Mustafa Kemali’dir, Türklüğün tarihini Kemal
Atatürk’le başlatanlar, Türkiye’de sosyalizm fikriyatını Mustafa Suphi ile
başlatmaktadırlar. Oysa gerçekte, TKP enternasyonalist sosyalizmin, Komünist
Manifesto’nun ve Kapital’in, İngilizce’den sonra ilk İstanbul’da basılmasını es
geçen ve 1877’de o toprakların ilk Sosyal Demokrat partisini de es geçerek,
tarihi bir Türkle, yani Mustafa Suphi ile başlatmaktadırlar….
Emrah Cilasun’a belki bu fazlasıyla ağır bir eleştiri, ancak böylesine kapsamlı
bir kitabın aynı hataya düşerek, farkına varmadan daha önce ki Mustafa Suphi
araştırmaları ile yan yana anılmasına açıkcası içim elvermiyor…
Agora Kitaplığından çıkan kitabı okuyanlar, kitaptaki bu eksikliği de gözönüne
alırlarsa, bu eksikliği daha yakından göreceklerdir. Böylelikle, günümüzde
Türkiye sosyalistlerinin neden ulusçu-akımlarla bir anıldıklarını da az çok
anlamış olacaklardı.
Bakarsınız “Kırmızı Gül Buz İçinde” belgeselinden, 1920’ler Türkiyesine giden
Cilasun, bu eksikliği fark ederek, daha eskilere gider…