Adil Medya Sandıktan peydahlanan faşizm

Emrah Cilasun: Sandıktan peydahlanan faşizm

Ayşe Yıldız 13.08.2018

‘’Kapitalizm onları topraklarından söküp almış, kırıp, bükmüş ama yerine yeni bir şey koyamamıştı.’’

Bilindiği üzere, son zamanlarda gündemde en çok yer alan konulardan biri, Türkiye’nin nereye gittiği, geleceğinin ne olacağı sorusudur. Özellikle Anayasa değişikliği ve 24 Haziran seçimlerden sonra, halkın belli bir kitlesi, yönetimin artık tek adamın elinde toplandığını düşünmekte, bu düşüncenin etkisiyle özgürlüklerin kısıtlanacağından endişe duymaktadır. Bu kapsamda, Türkiye’nin geleceğine ilişkin endişeler artmaktadır. En çok da “Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Libya, Irak, Suriye, Arap Emirlikleri ve İran gibi dini baskıların, bölünmelerin, iç savaşların olduğu, otoriter tek adam ülkesi mi oldu/oluyor”endişesidir.

Bu konuyla ilgili farklı bakış açıları bulunmaktadır. Bu nedenle adilmedya.com olarak çok sayıda yazar, akademisyen, kanaat sahibi kişi ve yazarla “Yeni Türkiye Soruşturması” yaptık. Görüşlerini bizlerle paylaşan yazarlarımıza teşekkür ediyoruz.

Soruşturmada bugün Emrah Cilasun’un görüşleri:

Evvela, mülakat tanıtımında yaptığınız “otoriter tek adam” ve “demokrasi” vurguları üzerinde durmak istiyorum.

Özellikle 1945 sonrası ABD emperyalizminin B 52 bombardıman uçaklarıyla üçüncü dünyaya götürdüğü “demokrasiyi” kutsamak için Hannah Arendt gibi düşünürlere ait bu “otoriter tek adam” kavramının kolay anlaşılabilir ama katiyen sorunu açıklamayan bir kavram olduğunu düşünüyorum. Zira bu kavram, toplumun sınıflara bölünmüşlüğü, üretim ilişkileri ve devlet hakkında hiçbir şey söylemiyor.Adeta “komünizm olmasaydı, faşizm olmazdı” dercesine faşizmin sorumlusunun komünizm olduğunu ima etmeye çalışan Arendt gibileri için, Hitler ve Musolini gibi “tek adamlar”, “popülizm” (günümüzde faşizmi basite alan bir başka kavram da bu “popülizmdir”. ) yaparak iktidara gelirler ve “demokrasiyi” dumura uğratırlar.

Oysa ister faşizm ister demokrasi olsun. Her ikisi de burjuva diktatörlüğünün farklı veçheleridir. “Demokrasi” meta ideolojisidir.  “Kapitalizmin toz pembe şafağıdır.” Burjuva toplumu, patlatmadan evirip çevirmenin yolu yordamıdır. “Demokrasi”, sınıfları ortadan kaldırmayı, her türlü sömürüyü, parayı, sınırları ve devletleri bu dünyadan söküp atmayı amaçlayan, komünist toplum projesinin tam aksi istikametindeki durağın adıdır.  Bir başka ifadeyle “Demokrasi”, toplumun sınıflara bölünmüşlüğü, bunlar arasındaki antagonizmayı, atomize olmuşluğu, üretim ilişkileri ve sömürü hakkında hiçbir şey söylemez. Müsadenizle; tılsımlı bu kavram hakkında ta “Soğuk Savaş” yıllarında kaleme aldığı Demokrasi: Neden Daha İyisini Yapmayalım ki? adlı eserinde Yeni Komünizm’in mimarı Bob Avakian’ın şu saptamasını paylaşmak isterim:   

“Gerçekte ve temel olarak demokrasi, hangi biçimde olursa olsun, sadece toplumun yönetici sınıfı (veya sınıfları) saflarında demokrasi anlamına gelir. Bu demokrasinin diğer yüzü, ezilen sınıflar ve gruplar üzerinde ifa edilen –gerektiği kadar acımasız- diktatörlüktür.” 

O nedenle, kapitalist üretim ilişkilerinin ve gerici fikirlerden oluşan üst yapının hakim olduğu burjuva diktatörlüğünün tesis edildiği bir toplumda “tek adam otoritesi” bünyenin ürettiği metastastır (ve demokrasinin içinden çıkıp gelmektedir.) Ancak kanser hastalığının nedeni değildir. (1930’larda olduğu gibi bu sandıktan peydahlanan faşizmi ABD’den Avrupa’ya kadar her gün yaşamıyor muyuz?) Hastalığın çaresi faşizmi kendi bağrından çıkaran demokrasi olamaz…

Evet, şimdi sorularınıza geçebiliriz. 

1-) Türkiye nereye gidiyor? 

Kurucu kadroların Batı’dan, kapitalizminden yana karar kıldıklarından bu yana, kurulduğu günden beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti gitmesi gerektiği yere doğru gidiyor…

İsterseniz, gelin filmi başa saralım ve hatırlayalım.

Farklı fraksiyonlara bölünmüş Türkiye’nin hakim sınıfları ta başından, 1923’den beri –tabi bu tarihi daha da geriye, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar geri götürmek mümkün- kapitalizmde mutabıktılar ama rejim ve onun resmi ideolojisi bahsinde mutabık değillerdi. Güç ve iktidarı elinde bulunduran fraksiyon, kurucu lider Mustafa Kemal’in arkasında toplanan, asker ve sivil bürokrasinin yanı sıra Ermeni sermayesine el koyan genç Türk kapitalistlerinden oluşan kanattı. Batı’da büyük çiftlik sahipleriyle, Kürdistan’da aşiret ve toprak ağalarıyla kurduğu ittifaktan ötürü, zorunlu olarak toprak reformunu öteleyen bu fraksiyon, muazzam bir kapitalist kalkınma ve baştan aşağı üstyapıda (din, kültür, gelenek-görenek vb.) giriştiği modernizm hamlesiyle, “muasır mediniyet” denilen emperyalist talan sofrasına dahil olacağını sanıyordu. Zira Mustafa Kemal, Türkiye’nin hakim sınıflarına “muasır medeniyete varma” sözünü vermişti.

Evet, adım adım, kerte kerte kapitalizm ülkenin en ücra köşesine kadar girmeyi başardı. Bir avuç mutlu azınlığın dışında kahir ekseriyet hem iktisadi açıdan (toplumsal üretim ve şahsi gasp temelinde) sömürüldü hem de siyaseten devlet cebirini (kâh faşizm ve/veya parlamenterist yarı-faşizm şeklinde) iliklerine kadar yaşadı.

Ancak kapitalizmin girdiği ve üretim ilişkilerini alt üst ettiği her yerde, geniş köylü yığınları misliyle, sermaye birikiminin toplandığı büyük şehirlere akın etti. Şehirlere akın eden insanlar dinlerini, feodal kültürlerini, gelenek ve görneklerini de beraberlerinde getirdiler. Kapitalizm onları topraklarından söküp almış, kırıp, bükmüş ama yerine yeni bir şey koyamamıştı. (Bu yığınların bir bölümü, köklü değişime dair umutlarını 60’ların sonundan 70’lerin ortalarına kadar solda aramış amarejim, 12 Mart ve 12 Eylül’de siyaset sahnesinin sol (devrimci) aktörlerini kanlı bir şekilde tasfiye etmişti…)

İşte bu ortamda 80’lerin ortalarından itibaren Kemalist rejim tarafından topluma empoze edilen din, “kontrolden” çıktı.  Ve sistemin metapolizmasının ürettiği çelişkiler sonucu ivme kazanan dini köktencilik 2000’lerin başında gelip, iktidara oturdu.

Bütün bir soğuk savaş dönemi boyunca, Batılı emperyalist kampın yedeği konumundaki siyasal İslam’ın önce kontrol altında tutulabileceği, hatta “model” olabileceği tasavvur edildi ve Batı’nın da desteğini alan AKP adeta mancınıkla fırlatılarak iktidara getirildi.  Mustafa Kemal’in Türk hakim sınıflarını “muasır medeniyete” taşıma vaadini Erdoğan üstlendi. Ve bugün, geçmişte Mustafa Kemal’e bile nasip olmamış, İstanbul klasik burjuvazisi, asker ve sivil bürokrasi, Anadolu Kaplanları ve hatırı sayılır oranda Kürt aşiretlerinden müteşekkil bir ittifakı arkasına aldı.

Öte yandan en geç 2011’den itibaren emperyalist/kapitalist sistemin hem ürünü ama hem de çelişkisi olan AKP’yi   –“üst akıl”, “derin devlet”vs. değil-beslendiği siyasal İslam ideolojisinin ve sahip olduğu kapitalist güdülerin dinamiği gelmesi gereken noktaya getirdi.

Burada müsadenizle İshak Baran’ın şu tespitini sizlerle paylaşmak isterim:

“İslamist siyasetin partisi olarak ortaya çıkması ve partinin siyasi kurumlar ve toplum üzerindeki hükmünün pekiştirilmesi ve köklü tahkimatı, kapitalizm-emperyalizmin temel dinamiği üzerinden gerçekleşmiştir –küreselleşmenin ‘modern’ kapitalist gelişmeyi ilerleten aman vermez güdüsü ve bunun geleneksel değerler ve dinci ideolojinin yeniden güçlenmesinin kışkırtılmasına götüren gelişmelere yol açması, AKP’nin ‘dindarlık siyaseti’ni beslemiştir. Emperyalizm ile elele vererek palazlanmış olan AKP ‘serbest piyasa’ kapitalizmini savunmuş ve bununla gelişip boy atmıştı, ancak iktidarı ele geçirme güdüsü ile seferberlik etrafında topladığı siyasi güçlerin ideolojik dirayet sahibi olmalarının sağlanması ve halkın bazı kesimlerine etkin tarzda hitap edebilmesi, bu bir ve aynı kapitalist gelişmenin temellerini alttan oymakta olduğu dini ideolojiye (İslama) ısrarla dayandırılmaktadır. Başka bir deyişle, mutaassıp ve gerici romantik savunması ve propagandası yapılan, geleneksel yaşam tarzının temellerini bilfiil alttan alta oyan, bizzat AKP ve onun temsil ettiği eski ve yeni kapitalist girişimcilerin geniş kesimlerinin, içinde daha büyük bir yer ve rol elde etmek için can attıkları kapitalist dünya düzeninin dinamiğinin ta kendisidir.”

Baran’ın saptadığı bu semptomlarla, “Allahın bir lütfu” olan15 Temmuz’la birlikte, Türkiye’nin komprador kapitalistlerinin ve bürokrasisinin derdine artık derman olamayan Kemalizm’in tabutuna, iktidarını daha da tahkim eden AKP, adeta son çiviyi de çakmış oldu. Ortaya nur topu gibi İslam köktenci bir paradigma çıktı.

Samuel Albert’in saptamasını hatırlayacak olursak:

“İslamcılık kendi mantığına sahip. Müslüman Kardeşler ve Ennahda, Selefi köktendinci köklerinden uzaklaştıklarını söyleseler de din bir kez manevi değerlerin ve politik meşruluğun temel kaynağı haline getirildi mi, o zaman İslamcılığın değişik varyasyonları arasındaki ayrım çizgileri de silikleşmektedir.‘Ilımlı İslam’ın model ülkesi olduğu varsayılan Türkiye’de dahi AKP hükümeti, içinde ve dışında ‘aşırı’ formların şahlanması ve yükselişe geçmesinin önüne geçememiştir. AKP’nin ekonomik ‘başarıları’, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın projesi için Türkiye toplumunun zorla daha da İslamileştirilmesini gerekli ve zorunlu kılmıştır.” 

Daha 2013’de yapılan bu harikulade saptamanın bizi meşgul etmesi gereken iki boyutu var. Birinci boyut, bugün Türkiye’de dinin manevi değerlerin ve politik meşruluğun temel kaynağı haline getirildiği ve farklı siyasal İslamcı aktörlerin arasındaki ayrım çizgilerinin de silikleşmekteolduğudur. Bu durum ise bizi, Albert’in saptamasının ikinci boyutu üzerinde düşünmemize davet etmekte.  Zira dünya emperyalist/kapitalist sisteminin hem ürünü hem de çelişkisi olan AKP’nin en büyük derdi ve sorunu, bugün meclisteki muhalefet değil bilakis içinde ve dışında ‘aşırı’ formların şahlanması ve yükselişe geçmesinin önüne geçemiyoroluşudur.  24 Haziran öncesi ve sonrasında Diyanet’te yaşanan çalkantılar, devlet gücüyle kimi tarikatlara yönelmeler ve dini tıpkı Kemalistler gibi kendi tekeline alıp, kalıba dökme girişimleri tamamen bununla alkalıdır.

Velhasıl AKP’nin Batı kapitalizmiyle İslam köktenciliği arasında yapmakta olduğu spargat onun en büyük çıkmazlarının başında gelmekte.

2-) Irak, Suriye gibi Türkiye’de de bir bölünme yaşanabilir mi?

Şayet Irak ve Suriye gibi işgal edilirse ve/veya Suriye’de yaşandığı gibi bir sekter savaş yaşanırsa muhtemelen, evet. Ancak ufukta ne bir işgal ne de şiddet tekelini elinde bulunduran devlete karşı gelebilecek, sekter savaşın diğer tarafları görülmekte.Öte yandan yeni rejimin “Osmanlı” hayalleri ve orayı burayı işgal etme iştahı kabarır, TSK, Ortadoğu bataklığından başta Afrika’nın kuzeyine ve başka diğer bölgelerine açılır, maceralara yeltenirse her türlü senaryoyu düşünmek mümkündür.

3-) Bir zamanların başörtüsü mağdurlarının mağduriyeti giderildi, fakat aynı kaygıyı şimdi başörtüsü takmayan vatandaşlar mı taşıyor? Türkiye de başörtüsü zorunluluğu gelir mi? Siyaset, kadın bedeni üzerinden mi devam edecek?

Bakınız, Türkiye’de egemen sınıfların tüm fraksiyonlarının dine ihtiyacı var. Napoleon Bonaparte’nin sözlerini hatırlayacak olursak, bunun nedeni çok basittir: “Toplumun üst katmanları eşitsizlik olmadan var olamaz. Eşitsizlik onu meşru kılan bir ahlak olmaksızın sürdürülemez. Ve bu ahlak da din olmadan sürdürülemez.”

Bütün laiklik söylem ve eylemlerine rağmen Kemalist paradigma, bir üst yapı kurumu olarak dini tasfiye etmeyi hiç bir zaman önüne koymadı. Paul Dumont’un “Kemalist İslam” saptamasını hatırlayalım. Aile içi roller ve geleneksel kadın erkek ilişkilerinin muhafaza edildiği Cumhuriyet Türkiye’sinde devlet, dini kendi tekeli ve kontrolü altında tutmaya çalıştı.Cumhuriyet Türkiye’sinde kadın, esas itibariyle, alt yapıdaki zorunluluklar sonucu bir yandan kapitalist üretim ilişkilerinin içine çekilirken, diğer yandan her zaman, üst yapıdaki dini ideolojinin prangasına –farklı nüanslara rağmen- vurulu kaldı.

Kemalizmle İslam köktenciliği arasındaki çatışma her zaman karşılıklı birbirlerini beslemiştir. Ve bu çatışmanın öncelikli unsurlarından biri yine her zaman “kadın bedeni” olmuştur.1934’de dine karşı oldukları için değil,  “Türk kadınları çarşaf ve peçelerini, işe gitmek, çalışmak için daha kolaylık olur diye çıkarıp atacaklardı” diyen Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile “Başörtüsü Namusumuzdur” şiarını kadınlara empoze etmeye çalışan her iki dünya görüşü de özünde ataerkildir. Haliyle burada bahsedilen “mağduriyet” her iki kötünün yek diğerine yaptığı baskı sonucu oluşmaktadır.

Yukarıda  birinci sorunuza verdiğim cevapta tarif etmeye çalıştığım çelişkilerden ötürü belki AKP, “baş örtüsü zorunluluğunu” getirmeyecektir. Ama “dindar nesiller yetiştirmeyi” önüne hedef olarak koyan, –Gazi  Çağlar’ın gayet isabetli saptamasıyla söylecek olursak- “kitleler üzerinde adım adım, kale kale, köşe köşe, cami cami örülmüş İslami hegomonya”, zaten “başörtüsünü” yeterince empoze etmiyor mu?

4-) Cumhurbaşkanlığından sonra sırada halifelik mi var? 

Geçenlerde Pakistan’da büyümüş Afganlı bir genç bana Afganistan, Pakistan ve Bangladeş’de İslami sosyal medyada dolaşan Erdoğan videolarını, animasyonları gösterdi. Patatik dilli bu propaganda materyallerine baktığınızda rejim, Müslümanların coğrafyasında bir nevi Halifelik rolüne soyunmuşa benziyor. Ama öte yandan müslüman ülkeler coğrafyasında gerici rejimler ve farklı İslam köktencileri arasındaki rekabeti ve daha büyük ölçekte dünya çapında irili uafaklı emperyalistler arasındaki rekabeti ve çatışmayı düşünecek olursanız, bu “Halifeliğin” pek şansı olmadığını düşünüyorum.

Ayşe Yıldız/adilmedya.com