Bediüzzaman efsanesi, Said-i Nursi gerçeği

AYŞE HÜR

(10/01/2016)

Bediüzzaman efsanesi, Said-i Nursi gerçeği

Emrah Cilasun, Mücahit Bilici’nin Said Nursi ile ilgili yazısına bir mektup yazarak yanıt verdi. Emrah Cilasun’un değinmediği konuları ‘Ayşe Hür’ün notu’ ibaresiyle Cilasun’un metnine ekledim. İşte Said-i Nursi gerçeği…

Mücahit Bilici, 6 Ocak 2016 tarihli Yeni Yüzyıl’da “Said Nursi’ye Hitler çamuru bulaştırmak”  başlıklı  yazısında, geçen haftaki “İslamcıların  ve  sağ  muhafazakârların  Hitler  sevdası” yazımda, Said Nursi, Hitler ve İkinci Dünya Savaşı bağlamında sadece özet mahiyetinde verdiğim bilgileri “bir cümlede beşbuçuk yanlış” diyerek güya eleştirmiş. Kendisine cevap hazırlarken iddialarımı dayandırdığım  Emrah  Cilasun’dan, Bilici’nin yazısına dair uzunca bir mail alınca, ikimizin cevaplarını birleştirmeye karar verdim. Emrah Cilasun’un değinmediği konuları ‘Ayşe  Hür’ün  notu’  ibaresiyle Cilasun’un  metnine ekledim.  Umarım  bunu  yaparken,  Cilasun’un  metninin bütünlüğüne ve vuruculuğuna halel getirmemişimdir. (Bu vesileyle hatırlatmış olayım, 2010 yılında Taraf’ta yayımlanan iki yazımda Said-i Nursi’nin ‘Eski Said’, ‘Yeni Said’ (okumak için tıklayın) ve ‘Üçüncü Said’ (okumak için tıklayın) dönemlerinin izini sürmüştüm.  

EMRAH CİLASUN’UN MEKTUBU

“Ayşe Hanım, merhaba,

Öncelikle geçen haftaki yazınızda Yeni Paradigmanın Eşiğinde ‘Bediüzzaman’ Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği–Yabancı Arşiv Belgeleriyle (Patika Kitap, Mayıs 2015) başlıklı kitabımı kaynak göstermenizin ötesinde tanıtıp, övdüğünüz için teşekkür ederim. Bu elektronik postayı yazmamın diğer bir nedeni ise Mücahit Bilici’nin, sizin yazınızdan hareketle 6 Ocak 2016’da Yeni Yüzyıl’da yayınlanan yazısıdır. Bilici’nin bilip bilmeden kaleme aldığı yarım yamalak yazısında mutlaka üzerinde durulması gereken iddialara ilişkin görüşlerimi aşağıda (minimum yorum, maksimum alıntı şeklinde) sizinle paylaşmak isterim:

1. Bilici diyor ki: 

 “Bir kere Said Nursi İslamcı değildir. İslamcılığı benimsememiştir. İslamcılığa yaklaşan tek tarafı küresel bir Müslüman dayanışması fikrine sahip olmasıdır. Nurculuğun bugün İslamcılığa, geçmişte de sağcılığa yamanması Nursi’nin değil onun bazı takipçilerinin tercihidir. Said Nursi sağcı da değildir. Muhafazakâr olarak da tanımlanamaz.”  (Mücahit Bilici, Yeni Yüzyıl, 06. 01. 2016. Vurgular Bilici’ye aittir.)

Evvela hiç tereddüt etmeden Bilici’nin çok bariz bir biçimde Nursi’yi çarpıtmakta olduğunu belirtmek zorundayım. Vaktiyle bunu Şerif Mardin’inde denemişti. Mardin’e göre Nursi bir “İslam sivil toplumu manivelası” idi. (Şerif Mardin, Said Nursi Olayı, İletişim Yayınları, 1997, s. 258) Said Nursi kendisinin böyle çarptırıldığını görse kim bilir Bilici’ye (ve Mardin’e) ne derdi bilinmez ama, bendeniz Nursi’nin tamamen siyasal İslamcı oluşunu ispat eden sözlerinden sadece bir kaçını müsadenizle sıralamak isterim.

Örnek 1: Muhtemelen 1949’da Afyon Mahkemesi’nde savunma yapan bir talebeye yolladığı mektuptan: “Senin bu yeni müdafaatını haklı ve hakikatlı ve kanuni gördüm. Fakat bir derece mübarezekârane olmasından, şimdilik anlara izhar zamanı gelmemiş. Çünkü mesleğimiz müspet harekettir. Menfi tarzda hücuma halimiz müsait değil.” (Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, yayınevi belirtilmemiş, 1998, c. 3, s. 1622.)

Örnek  2:  Afyon  hapishanesinden  muhtemelen  1948’de  yazılan  bir mektuptan: “(Haşiye): Kardeşlerim namına âcizane diyorum ki: ‘Lüzum olursa, inşallah çok ileri geçeceğiz. Bizler, dinde olduğu gibi kahramanlıkta da ecdadımızın vârisleri olduğumuzu göstereceğiz.” (Badıllı, age, s. 1623)

Örnek  3:  Afyon  hapishanesinden  muhtemelen  1948’de  yazılan  bir mektuptan:  “Onlar, mevhum bir cem’iyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, ‘Neden tam ihlâsa, tam bir tesânüdle, tam bir hizbullah olmadınız?’ diye bizi onların eliyle tokatladı, adalet etti.” (Şualar, Şahdamar Yayınları, 2010, s. 522.)

Örnek 4: Afyon Mahkemesi’nde yaptığı savunmadan: “Nurcular asayişin muhafızıdırlar. İman dersiyle herkesin kafasına bir yasakçı bırakırlar.” (Emirdağ Lahikası-2, Şahdamar Yayınları,  2010, s. 146.)

Örnek 5: 30 Mayıs 1950’de “Reisicumhur Celal Bayar ve Heyeti Vükelâsına” başlıklı mektuptan: “…vazifemiz siyaseti dine alet ve dost yapmaktır…” (Emirdağ Lahikası-2, s. 13.)

AYŞE HÜR’ÜN NOTU

En genel anlamıyla İslamcılığı, İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim ve öğretim vd) yeniden hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla İslam dünyasını Batı sömürüsünden, zalim yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek, kalkındırmak için yürütülecek her türlü hareket olarak tanımlıyorum. Bu açıdan Said-i Nursi tipik bir İslamcıdır. Ancak İslamcılığını çok muğlak terimlerle sürekli bir perde arkasından yürüttüğü için aksini söyleyenlere itiraz etmek de kolay değildir. 

Bu durumu (benimle aynı ideolojik dünyadan olmadığı kesin olan) Yasin Aktay gayet güzel özetlemiş: “Belli siyasi angajmanları olanların kendileri için ürettikleri Nursi portreleri dolaşımdadır ve bu portrelerin daha sahici olduğu konusunda her birinin ikna edici argümanları vardır. Dileyen istediğini seçebilmektedir. Bu, bir yandan Nursi portresinin sembolik sermaye değerinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Diğer yandan, bir ölçede Nursi’nin ortaya koyduğu metnin zor şartlarının, ürettiği muğlaklıklara (belirsizliklere), müteşabihliklere (benzeşmelere, mecazlara) dayanıyor. Müteşabihlik veya muğlaklık, bir anlamda muhayyileyi zenginleştirici, kışkırtıcı bir özelliğe sahiptir. Anlamsal muhkemlik açısından negatif etkisi olsa da, bir metnin klasikleşmesini sağlayan, onun politik kullanışlığını arttıran pozitif/kurucu etkileri de vardır.” (“Halife Sonrası Şartlarda İslâmcılığı Öz-Diyar Algısı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İslamcılık, c. 6, İletişim Yayınları, s. 89-90. Vurgular bana ait.)

Said-i Nursi’yi ‘İslamcı’ olarak niteleyenlere sadecek tek örnek vereceğim, çünkü yerimiz sınırlı. İslamcılık konusunun uzmanlarından İsmail Kara’ya göre Nursi’nin Ankara’nın davetini kabul etmesi, TBMM’de bir konuşma yapması siyasal hayata duyduğu ilginin işaretidir. Kara, 1925’teki Şeyh Said İsyanı’ndan 1950’ye kadarki tutumunu ise ‘siyasetten geri çekilme’ olarak niteler ve 1950’lerin dünya ve Türkiye konjonktüründe Nursi’nin “Yeni Said fikrini hemen tadil ve tashih etmeye başladığı özellikle Demokrat Parti ile birlikte siyasi tavır takındığı, bir bakıma Eski Said’e döndüğü görülecektir” der. (Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, Dergah Yayınları, s. 206.)

Nurcu külliyatta (bazı ihtilaflar olsa da) 1949-1960 arası ‘Üçüncü Said’ dönemi diye anılır.  ‘Üçüncü Said’ döneminin karakteristiklerini anlamak için İsmail Kara’nın bu dönemle benzerlikler kurduğu ‘Eski Said’ döneminin ‘siyasal tavırları’na dair hafızamızı tazelemekte fayda var. 

Said-i Nursi’nin ‘Eski Said’ diye adlandırdığı dönemin önemli köşe taşlarından biri  31 Mart Olayı’na giden yolda önemli rolü olan Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesindeki yazılarıdır. Bu yazılarda Nursi, ağırlıklı olarak İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin savunmasını yapar. Cemiyetin, ilahiyat tartışmaları yapmak için değil siyasi amaçlarla oluşturulduğunu biliyoruz. 

Kendi kendine sorduğu “Sen Selanik’te İttihat ve Terakki ile ittifak etmiştin neden ayrıldın” sorusuna cevap olarak 11 Nisan 1909 tarihli Volkan gazetesinde yayımlanan yazısında yer alan “Ben ayrılmadım onların bazıları ayrıldılar. [Resneli] Niyazi Bey ve Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim. Lakin bazıları bizden ayrıldılar. Bataklık yoluna saptılar” sözü de pür siyasi bir örgütlenme olan İttihatçılarla ilişkisine dair önemli bir ipucudur.

1911 baharında Şam’daki Emevî Camii’nde İslam’ın dünya çapında yükselişini müjdeleyen meşhur Şam Hutbesi’ni ve Mehmed V. Reşad’ın 5 Haziran 1911’de başlayan meşhur Kosova seyahatine eşliği, sırasıyla Arap ve Arnavut milliyetçilerini teskin faaliyetlerindendir. İki seyahati de büyük ihtimalle İttihatçılar düzenlemiştir. (Bu olayları, birincil kaynaklardan derleyerek aktaran: Mary F. Weld/Şükran Vahide, Bediüzzaman Said Nursi, Entelektüel Biyografisi, Biyografi Yayınları, 2006, s.128-143.)

Emrah Cilasun’a göre, Birinci Dünya Savaşı sonrası, Sadrazam Said Halim Paşa’nın ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın özel ilgisine mazhar olup, Dar’l-Hikmet-i-İslamiye azalığına 1918-1922  getirilmesi de ona devlet katında biçilen siyasi değerle ilgilidir. 

Şimdi tekrar İsmail Kara’nın sözü ettiği ‘Üçüncü Said’ dönemine dönelim. Yerimiz dar bir kaç anekdot yeter herhalde: Nursi, 1948-1949’da, ‘İslam kahramanı’ diye nitelediği Adnan Menderes’e yazdığı mektupta “Cenab-ı Hak sizleri İslamiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkur tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkur hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz,” diye başlar, “Şimdi milletin arzusuyla seair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yegânesi; ittihad-ı İslâm cereyanını kendine noktai istinad yapmaktır. (…) Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi bu vatanı istila-yı ecânipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur” (Emirdağ Lahikası-2) diye devam eder, 1956’da takipçilerine bir süredir oy kaybeden DP’yi destekleme çağrısı yapar, 1957 seçimlerinde oyunu açıkça DP’ye verir. Benim okumama göre bütün bunlar gayet ‘İslamcı’ tavırlardır. 

2. Bilici diyor ki: 

“Said Nursi’yi Nihal Atsız gibi katıksız bir faşistle veya Necip Fazıl gibi faşizan bir sağcıyla bir arada anmak hem Nursi’nin din âlimi kimliğine hem de onun Kürd kimliğine saygısızlıktır.” (Vurgular Bilici’ye aittir.) 

Bilimle uğraştığını söyleyen bir akademisyenin ahlak ve terbiye zabıtalığı ile işi olmamalıdır ama müsadenizle ben, kimi yerde Bilici’nin bu ahlaki kavramlarını ödünç alacağım. Tarihte kimin nerede, kiminle durduğuna; ideolojik ortaklıklar ve siyasi mevzilenmeler üzerinden bakmak gerekir. Evet, Adsız katıksız bir ırkçı/faşist olduğu için Kürd düşmanılığı üzerinden  Nursi’ye karşıydı. (Birazdan üzerinde teferruatla duracağım gibi, aldıkları pozisyon gereği İkinci Dünya Savaşı sırasında ise aynı siyasal mevzide buluşuyorlardı) Necip Fazıl ile Nursi’nin çelişkili birlikteliklerinin ise katiyen üzeri örtülemez. (Bunları merak eden hem kaynaklarından hem de benim kitabımdan okuyabilir) Benim esas üzerinde durmak istedğim husus burada Bilici’nin yaptığı ‘Kürd’ vurgusudur. 

Bu vurgu maalesef, aynı anda içiçe geçmiş, bir biçimde hem tehlikeli bir demagojiyi hem de Nursi’nin zaviyesinden bakıldığında “kavmiyetçilik”i içermektedir.  (Ayşe Hür’ün notu: Mücahit Bilici’nin 3 Eylül 2015 günü Twitter’da paylaştığı şu fikri de hatırda tutalım: “Kürdler Türk kardeşlerini sevmeli ama haklar konusunda dindar dinsiz farketmez bu kardeşlerine zerre kadar güvenmemeli.”) Zira her ulus da olduğu gibi Kürt ulusunun içerisinde de farklı sınıf  ve tabakalar mevcuttur.  Bu sınıfların farklı siyasi ideolojik pozisyonlara sahip olmalarını yadsımak, sosyal bilime “‘saygısızlık’ olur. Ziya Gökalp gibi örnekleri şimdilik bir kenara koyalım.  Tersinden ‘Kürdden faşist olmaz’ diye de okunabilecek Bilici’nin bu sözlerinin varacağı doğal nokta, ‘imtiyasız, sınıfsız, kaynaşmış’ bir ‘Atakürdcülük’tür.  

‘Kavmiyetçilik’ bahsine dönecek olursak… Aslında Bilici’nin bir Nurcu olarak bu bahisden imtina etmesi gerekir. Said Nursi hiç bir zaman ezilen, milli baskıya maruz kalan Kürd ulusunun yanında olmamamıştır! (Bunu sayfalarca kitabımda ispatladığım kanısındayım.) Haliyle Nursi’nin bizatihi kendisinin ‘Kürd kimliği’ne (Eski Said döneminin tali örnekleri hariç) –Türk hakim ulus şovenizminin basıncı altında olduğu göz ardı edilmeden- esasen sahip çıkmadığı çok açıktır. İşte bir kaç örnek:

1. Örnek: Said Nursi’nin ölümünden iki sene evvel bizat kendi denetiminde yayınlanan Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı Eserleri Meslek ve Meşrebi adlı eserde Şeyh Said İsyanı ile alakalı şu kısma dikkatinizi çekmek isterim: “Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark’ta ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor. ‘Sizin nüfusunuz kuvvetlidir’ diyerek yardım isteyen bir zatın mektubuna: Türk Milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!’ diye cevap gönderiyor.” (Bediüzzaman Said Nursî’nin Tarihçe-i Hayatı, Eserleri, Meslek ve Meşrebi, Doğuş Ltd. Şirketi Matbaası, 1958, s. 100.)

2. Örnek: Şeyh Said İsyanı sonrası, isyancıların yargılandığı Diyarbekir duruşmalarında, mahkeme heyetinin mensuplarından Ali Saip Ursavaş ile isyancılardan Seyid Muhammed arasında geçen kısa diyalogdan. Ursavaş: “Üç numaralı azanız Bediüzzaman ne meslektedir?” Seyid Muhammed: “Mütedeyyindir, ulemadandır. Onun için istiklâl taraftarı değildir.” (Malmisanij, Said-i Nursî ve Kürt Sorunu, Doz Yayınları, İstanbul, 1991, s. 40.)

3. Örnek: Şimdi de 1911’de Kürt Talebe Cemiyeti, Hêvî’nin kurucuları arasında yer alan ve kendisi de 1925’te Burdur’a sürgün edilen Kadri Cemilpaşazade’ye kulak verelim.

Dikkati şayan olan cihet Türk hükümetinin isyan anında kim kendine yardım ettiyse önce bunları ilk kafile olarak sürgüne göndermesiydi. Hükümetin iyi gözle görmediği kimseler kendilerini hükümet memurlarından uzak tutmaktaydılar. Hükümete yardım etmiş veya en azından vatani düşünceleri kısa kimseler, isyan başladıktan sonra hizmetlerine mükâfat veya hiç olmazsa aferin almak niyetiyle hükümet kapısından ayrılmıyorlardı. Bundan dolayı vefasız, gaddar hükümetin icraatine ilk kurban bunlar oldu. Sürgün edildiğim Burdur vilayetine yetiştiğimde benden evvel Burdur’a gönderilmiş Türkofillikleri ile tanınmış bir kısım Kürtleri orada mevcut buldum. Eskiden Konya vilayetinin küçük bir kazası olan Burdur’da üç yüz kadar doğulu hemşeri toplanmıştık. Bediüzzaman Molla Said de aramızda bulunuyordu.” (Kadri Cemilpaşazade, Doza Kurdistan, Özge Yayınevi, Ankara, 1991, s. 102.)

4. Örnek: Yıllar sonra (1935) Said Nursî’nin, Eskişehir Mahkemesi’nde yaptığı savunma, adeta Seyid Muhammed’i ve Cemilpaşazade’yi teyit etmektedir: “Şark hadisesi münasebetiyle neyf edilmem, iddianamede iştirâkimi ihsas ettiği cihetle, cevap veriyorum ki: Hükümetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşruhat yoktur. Sırf ihtiyat yüzünden neyf edildiğim hükümetçe sabit olmuştur.” (Osmanlıca Lem’alar’dan aktaran Badıllı, age, c.1, s. 663.)

3. Bilici diyor ki: 

“Bir kısım solcuda sık rastlanan sığ bir laik önyargı var: Her dindarın mutlaka antisemit olacağını varsayıyorlar. Bazen ümit ediyorlar. Bu çocukça bir ezberdir, terkedilmelidir.  (…) Nursi’nin sıralanan faşizan figürlerle bir ortaklığı olmadığı gibi kendisi antisemitizmden de beridir.” (Vurgular Bilici’ye aittir.) 

Bilici ya Risale-i Nur Külliyatı’nı bilmiyor (ki zannetmiyorum) ya da bildiği halde alenen, tarihe çalım atmaya çalışıyor. İşte ispatı:

“Rivayette var ki: ‘Deccalın mühim kuvveti yahudidir. Yahudiler severek tabi olurlar.’ Allahu Alem, diyebiliriz ki, bu rivayetin bir parça te’vili Rusya’da çıkmış. Çünkü her hükümetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, komünist komitesinin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan ‘Troçki’ namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın başkumandanlığına –ve terbiyegerdeleri olan meşhur Lenin’den sonra- Rus hükümetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulatını yaktırdılar. Büyük deccalın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler ve sair hükümetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip karıştırdılar.” (Şualar, “Beşinci Şua’ın İkinci Makamı ve Meseleleri”; “On Dördüncü Mesele”, Celtüt Matbaası, İstanbul, 1959, s. 378-379.) 

Nursi’nin Yahudiler hakkındaki bu sözleri düpedüz antisemitizmdir ve biraz olsun tarih bilgisine sahip bir akademisyenin bu sözlerin, Avusturyalı bir çavuşun 1925’te yayınlanmış kötü ünlü kitabından ilham alınarak yazıldığını bilmesi gerekir. Okuyalım: 

“ [Rusya’daki] Devrimin gerçek tertipçisi ve devrimin dizginlerini elinde tutan kimse uluslararası Yahudi idi. Bu uluslararası Yahudi, o günlerde durumu pekiyi takdir etmişti… Neticede, Komünist ihtilali galip çıkınca, cahil Rus halkı Yahudi diktatörlerin, müdafaadan mahrum birer kölesi haline geldi. Yahudi diktatörler ise, bu istibdada, ‘halk cumhuriyeti’ adını verecek kadar sahtece ve ustaca hareket ettiler… Yahudi’nin amacı, savunmasız hale gelen ve parçalanmış olan Reich’ı [Alman İmparatorluğu’nu] tamamen komünizmin bir avı haline getirmekti…” (Bkz. Adolf  Hitler,  Kavgam,  1925,  pdf  formatında okumak için tıklayın

AYŞE HÜR’ÜN NOTU

Mücahit Bilici’nin ‘her dindarın’ derken ‘her Müslümanın’ demek istediğini varsayıyorum. Ama konu bu değil. Emrah Cilasun gayet insaflı davranmış. Ben Said-i Nursi’nin ‘antisemitizm çamuru’na nasıl bulaştığına dair bir kaç örnek daha vereceğim. (Vurgulamalar bana ait. Kaynakları internette adlarıyla tararsanız bulabilirsiniz.) 

“Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet, her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i kàtı’dır.” “Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandığı, kendine faydası az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribâ ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasârettir.” (Mektubat, “Yirmi İkinci Mektubun İkinci Mebhası”)

“Hem dünyada, milletler içinde şiddet-i hırsla meşhur olan Yahudi milletinden daha ziyade rızık peşinde koşan olmuyor. Halbuki zillet ve sefalet içinde en ziyade sû-i maişete onlar maruz oluyorlar. Onların zenginleri dahi süflî yaşıyorlar. Zaten ribâ gibi gayr-ı meşru yollarla kazandıkları mal, rızk-ı helâl değil ki meselemizi cerh etsin.” (Mektubat, “Üçüncü Desise-i Şeytaniye”.) 

“Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı kat’î ispat eder.”  (Lem’alar, “Ondokuzuncu Lem’a”.) 

Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar….” (Şualar, “Ondördüncü Şua”.)

Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’ânî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, (…) mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.” (Sözler, “Yirmibeşinci Söz”.) 

Bu ifadelerin de Hitler’in Kavgam kitabında tarif edilen Yahudi’den farkı yok ama Saidi Nursi, müritlerine kaçacak yer kalmasın diye Kuran’daki iki hükmü de hatırlatıyor.

4. Bilici diyor ki: 

“Said Nursi sosyalizme kapitalizme kıyasla sıcak bakarken komünizme (ateizmi nedeniyle) düşmanca yaklaşmıştır.” (Vurgular Bilici’ye aittir.)

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918 sonrası, Birinci Dünya Savaşı’nda yenik düştüğü, Osmanlı hakim sınıflarının ve onların tüm askeri, siyasi, dini sözcülerinin, devletin bekası için kafa yordukları bir dönemde –hani Akif’in Batı medeniyetinden “tek dişi kalmış canavar” diye yakındığı dönemde- herkes gibi Said Nursi de (Asar-ı Bediiye adlı eserinde) sosyalizm hakkında bir takım sözler etmişti. Özetin özeti Nursi, Anadolu’da genç Sovyetler Birliği’nin etkisinin yoğun bir şekilde hissedildiği, Mustafa Kemal, İsmet İnönü gibi erkanı harp mensuplarının dahi sahte Komünist Partisi kurma çabaları içerisinde oldukları bir ortamda (1920’nin başlarında) sosyalizm ile kapitalizm kıyaslamasına girmişti. Birinin “necis” (pis), diğerinin “ences” (en pis) olduğunu söylemişti. Nursi’nin ehven-i şerciliğinin (‘kötünün iyisi’ yaklaşımının) sosyalizme “sıcak bakmak”la hiçbir alakası bulunmamaktadır. Kapitalist toplumdan komünist topluma bir geçiş aşaması olan sosyalizm hakkında Bilici’nin kesinlikle Marx’ı okuması gerekir:  

“Bu sosyalizm, devrimin sürekliliğini; tüm sınıf ayrılıklarının kaldırılmasına, bu sınıf ayrılıklarının dayandığı tüm üretim ilişkilerinin kaldırılmasına, bu üretim ilişkilerinin karşılığı olan tüm sosyal ilişkilerin kaldırılmasına, bu sosyal ilişkilerin sonucu olan tüm fikirlerin devrimcileşmesine zorunlu geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğünün ilanıdır.” (Marx-Engels, Ausgewählte Werke II, Dietz Verlag, Berlin, 1983, s. 104.)   

Marx’ın bu sözlerle tasvir ettiği bir sosyalizme Nursi’nin “sıcak” bakabilmesi için Said Nursilikten feragat etmesi gerekirdi. 

5. Bilici diyor ki: 

“Herşeyden önce Almanya Osmanlıların müttefikiydi. Ayrıca “underdog” olması, sonradan gelip başarı göstermesi gibi faktörler de Almanya’yı insanların gözünde taktir nesnesi haline getirmişti. Benzer bir ilgi ve hayranlık Asya’da Japonya için vardı.” (Vurgular Bilici’ye aittir.)

Umarım Bilici ne yazdığının farkındadır. Nursi’nin ve Nurcu akımın Prusya Almanyası, Nazi Almanyası ve İkinci Cihan Harbi sonrası demokrat Almanya’ya beslediği muhabbet en son Bilici’nin bu satırları ile birlikte kendisini bir kez daha ele vermektedir. “Underdog” (‘toplumun en altındaki’ anlamına sosyolojide kullanılan bir kavram) ve “insanlar” gibi masum ifadeler dikkatten kaçmamaktadır. 

Zira Bilici’nin “underdog” dediği ülke, baskı ve sömürüye karşı devrim yapmış, emperyalist ülkelerin iktisadi ambagolarına maruz kalmış, sonrada muazzam bir siyasi, ideolojik ve iktisadi atılımla belini doğrultmuş olan genç Sovyetler Birliği veya kızıl Çin değildir. Bilakis Bilici’nin “underdog” diye tasvir ettiği Almanya, tıpkı bugün olduğu gibi dün de dünyanın emperyalist talanından pay sahibi olan bir devlettir. 

1904-1908’de Güney Batı Afrika’da ve/veya 1915’de Osmanlı topraklarında müttefikleriyle birlikte kanlı icraatlara imza atan bu devletin, “underdog” diye takdim edilmesi emperyalist bir devleti mağdur göstermenin ötesinde soykırımlarda yitirlen insanlara karşı da yapılmış bir ‘saygısızlıktır’.  O yüzden Bilici’ye sormak lazım.  Almanya’nın “sonradan gelip başarı gösterdiği faktörler” nelerdir? Versay anlaşmasını yırtıp, dünyaya efelenmiş olması mı? Savaş sanayisini muazzam arttırıp, dünya halklarına kan kusturmuş olması mı? Peki bu Almanya’yı gözlerinde “taktir nesnesi haline” getirmiş olan  “insanlar” kimler? Nazi’lerin gönüllü propagandacısı ve Müslüman SS Birlikleri’nin örgütleyicisi Hacı Emin el-Hüseyni ya da onunla yıllarca hediye alışverişi içerisinde olacak olan, Nazi orduları için “dua eden” Said Nursi değil mi? 

6. Bilici diyor ki:  

“Hitler sevgisini Said Nursi’ye yamamak ve ilgisi olmadığı halde onu da o çamura batırmak hem yanlış hem de ayıptır. Ayşe Hür’ün haksız yargısını dayandırdığı Emrah Cilasun’un atıf yaptığı dipnotta Badıllı bir rivayetin rivayetini yapıyor. (…) Bir sözün suyunun suyuna değil, sözün kendisine bakalım.”

Müsaade ederseniz, alıntıyı sondan başlayarak adım adım ele alalım. Bilici’nin, Nursi’ye halel getirmemek için, Nurcu akımın önde gelen kadrolarından Tahiri Mutlu ve Abdülkadir Badıllı’yı kaşla göz arasında “rivayetin rivayeti” veya “suyunun suyu” gibi sözlerle harcamasını şimdilik bir kenara bırakalım ve bizzat Badıllı’nın o bahsi geçen dipnotuna gelinceye kadar Nurcu literatürde gelişmelerin seyrini incelemeye çalışalım.

Savaşın başlarında Nursi’nin, (Birinci Dünya Savaşı’nın verdiği tecrübeyle olsa gerek) son derece ihtiyatlı davrandığı, kadro ve taraftarlarının ise açıktan taraf tutmakta daha istekli olduklarına dair iki örnekle başlayalım. 

Örnek 1: “Bugün namazda ve tesbihatında iken, manevî tarzda denildi ki: Küre-i arzda çarpışan, mücadele eden cereyanlar, her halde birisi İslâmiyete ve Kur’ana ve Risale-i Nur’a ve mesleğimize taraftar olacak. Bu noktadan ona karşı merakla bakmak gerekti. Bakmamak için bir iki mektupta yazdığım sebepler çendan kalbe, akla kâfidir. Fakat meraklı ve hevesli nefse kâfi gelmiyor diye kalbime geldi.” (Osmanlıca Kastamonu Lahikası-1, s. 304’den aktaran Badıllı, Bediüzzaman Said-i Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c. 2, s. 1052.)

Örnek 2: Nursi’nin Nisan 1936’da Kastamonu’ya sürgün edildiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın 1 Eylül 1939’da patlak verdiği göz önünde bulundurulacak olunursa, 1940’ın Ekim’inde Nursi’nin İngiltere’ye açıktan karşı ama Almanya’nın desteklenmesine de hala ihtiyatlı davrandığını şu sözlerinden anlıyoruz. 

“… on üç aydan beri harbin vaziyetini nazara almadığımın sebebini soran buradaki kardeşlerime verdiğim cevaba Hafız Ali’nin istihsanı münasebetiyle, kaidemize muhalif olarak bir iki dakika siyasete bakıp bir iki kelime beyan ediyorum: Evvelâ: Buradaki bir kısım Risale-i Nur şakirtleri; Âlem-i İslâmda çok müstemlekâtı bulunan bir devlet [İngiltere], bu Anadolu hâricindeki Müslümanlara -yalnız kendi menfaatı için- bir derece dinlerine ilişmiyor veya ilişemiyor diye o devletin hariç İslamlara tatbik ettiği siyasete bütün bütün muhalif bir siyaseti takib ettiği, bu memlekette faaliyette bulunan propagandasına kapılıp o cereyana taraftarlıkla, Risale-i Nurun safvet ve halisiyetine zarar verdiğinden, o siyasî şâkirde dedim: ‘O devlet, bu memleketteki hükümete müstemlekâtındaki Müslümanlar ısınmamak ve iltihak etmemek için eskiden beri bu vatanda dinsizliği tervic etmiş (…) Amma öteki galib cereyan ise [Almanya], ne vakit Kur’an’a ve Risale-i Nur’a ve bize ve İslâmlara yardım etse ve Kur’an’ın hakikatına hizmete bilfiil teşebbüs eylese, siz de o vakit Kur’an ve Risale-i Nur hesabına onun hareketine merakla bakabilirsiniz. Yoksa şimdiden tarafgirane bakmak ile, tahribatındaki zulümlere hissedar olmak ihtimali var…” (Bkz. Badıllı, a.g.e., c.2, s. 1055-1056.)

Said Nursi’nin, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın galip gelip gelmeyeceğine dair bu ihtiyat ve temkinliliğin (Kastamonu’da tevkif edileceği Eylül 1943’e kadar) harbin seyri içerisinde dağılmaya başladığını da belirtmek gerekir. İşte örneği:  

Örnek 3: Badıllı’ya göre  Said  Nursî,  “bütün hayatında hep Hristiyanlık aleminden İslamiyete maddi bir imdad, bir kuvvet geleceğini beklemiş ve zaman zaman bu hakikatin bazı parıltılarına ümitle müteveccih olmuştur.  İşte burada da, İkinci Cihan Harbi sıralarında, ahir zaman hadiselerinden haber veren bir hadis-i şerifi şöylece tev’il edip tefsir etmiştir: 

“…İsevilik dini ve o dinden gelen adat-ı müstemirresini [sağlam adetlerini] muhafaza hesabına çalışan bir hükümet (İtalya ve Almanya. A.B.) ile resmi ilanıyla zulmeti pis menfaatı için dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç eden [değerini arttıran] diğer bir hükümet (Rusya A.B.) ki, yine hasis menfaatı için (İngiltere. A.B.) İslamlarda ve Asya’da dinsizliğin intişarına [dağılmasına] taraftar olan fitnekâr ve cebbar hükümetlerle muharebe eden evvelki hükümetin şahs-ı manevisi temessül etse [canlansa]. Ve dinsizlik cereyanının bütün taraftarları da bir şahs-ı manevisi temessül eylese; üç cihetle bu müteaddit

[güçlendiren]

manaları bulunan hadisin bu zaman aynen bir manasını gösteriyor.

Eğer o galip hükümet [İtalya ve Almanya], netice-i harbi kazansa, bu işarî mâna dahi bir manayı sarih derecesine çıkar. Eğer tam kazanmazsa da yine muvafık bir manayı işeridir.

“…Küre-i arzın dört kıt’aları içinde en küçüğü olan Avrupa’nın ve bu kıt’anın dörtte biri olmayan bir hükûmetin memleketi; ekser Asya, Afrika, Amerika, Avusturalya’ya karşı galibane harp ederek; Hazret-i İsa’nın vekâletini dava eden bir devlet ile beraber; (2.Cihan harbinde Almanlar’ın İtalyanlar ile ittifakı demektir. A.B.) dine istinad edip, çok müstebidane olan dinsizlik cereyanlarına karşı semavî paraşütlerle muhabere ve mücadele eden o hükûmet ile, ötekilerin şahs-ı manevileri insan suretine girse; ceridelerin eskiden beri yaptıkları gibi, devletlerin kuvvetlerini ve hükûmetlerin derecelerini göstermek nev’inden, o manevî şahıslar dahi ruy-i zemin ceridesinde bu asır sahifesinde insan suretinde tersim ve tasvirleri gibi temessül etseler; aynen ve tam tamına hadis-i şerifin mucizane ihbar-ı gaybîsi nev’inden beyan ettiği hadise-i ahir zamanın müteaddid manalarından tam bir manası çıkıyor. Hatta ‘şahs-i İsa’nın semavattan nüzulü’ işaretiyle, bir mana-yı işarisi olarak; Hazret-i İsa’yı (A.S.) temsil ederek ve namına hareket eden bir taife dahi, şimdiye kadar işitilmemiş ve görülmemiş bir tarzda tayyarelerle, paraşütlerle semadan bir bela-i semavî gibi nüzûl ettiriyor, düşmanların arkasına indiriyor. Hazret-i İsa’nın nüzûlünün maddeten bir misalini gösteriyor. Evet, hadis-i şerifin ifadesiyle Hazret-i İsa’nın semavi nûzulü kat’i olmakla beraber, mana-yı işarisiyle başka hakikatleri ifade ettiği gibi, bu hakikate de mu’cizane işaret ediyor…” (Bkz. Badıllı, a.g.e., c.2, s. 1094-1096.)

Ne diyordu Bilici? “Bir sözün suyunun suyuna değil, sözün kendisine bakalım.” Bilici ne der bilemem ama bu satırlarda Nursi’nin, İsa’nın nezdinde muharebe meydanlarında ilerleyen faşit Alman ve İtalyan ordularını gördüğü çok barizdir. Katiyen bu, bir “minimal eğilim” olarak geçiştirilemez. Bunu görmemek –Bilici’den ödünç alarak söyleyecek olursak- “hem yanlış hem de ayıptır.”

Devam edelim. Bilici ne diyor: “Başlamış savaşın başlarında Almanların başarısının Müslümanlar için daha iyi olacağını düşünen biri, savaşın dehşeti ortaya çıktıkça bu minimal eğilimden de vazgeçtiğini söylemiş.” Hadi varasayalım ki öyle. Peki savaşın dehşeti –Bilici açısından- Nursi’ye göre ne zaman ortaya çıkmıştır? İşte şimdi Bilici’nin “rivayetin rivayeti” veya “suyunun suyu” diye önemsizleştirmeye çalıştığı Badıllı’nın Tahiri Mutlu’ya dayarak verdiği dipnota bakmanın zamanı gelmiştir. 

“Bizzat Tahirî Mutlu Ağabeyden duyduğum bir mes’elenin burada zikri münasib görüldü. Tahirî Ağabey dedi: ‘Ben Kastamonu’ya Üstad’ımızı Ziyarete gittigimde, kendisinden dinlediğim ve oradaki Nur talebelerinden etraflıca duyduğum bir hadise şöyledir: Hazret-i Üstad, İkinci Cihan Harbi başlarında; İslam milletine büyük darbeler vuran İngiliz ve Rusların Alman ordusu karşısında mağlubiyetlerini büyük sevinçlerle karşılamışken, hatta bir ara Alman ordusuna muvaffakiyet için dua etmeye başlamışken, fakat bir müddet sonra, Almanların çok acib zulümlere başladığını ve masum çoluk çocuk demeden bombalarla imha ettiğini işitince ,dua defterinden onların ismini sildi ve sırt çevirdi.’ Hatta Tahirî Ağabey Alman mağlubiyetinin Üstad ‘ın dua sını kesmesinden sonra başladığını da söylüyordu. A.B.” (Badıllı, a.g.e., c. 2, s. 1054. Dipnot: 301.)

“Üstad’ın duasını kesmesi” ile başlayan “Alman mağlubiyeti” acaba hangi döneme denk gelmektedir? 1943’te Stalingrad kuşatmasının yarılmasına mı; 1944’te başlayan Normandiya çıkartmasına mı; yoksa Kızıl Ordu’nun 16 Nisan 1945’te Berlin’i kuşatmasına mı? “Üstad’ın duasını kesmesinden” evvel acaba Nazi Almanya’sı, “çok acayip zulümlere” başlamamış mıydı? Ya da “masum çoluk çocuk demeden bombalarla imha” etmiyor muydu?  Bilici de dahil bütün Nurcu camianın cevaplandırması gereken esas soru bence budur.

AYŞE HÜR’ÜN NOTU

Bilici ‘bu savaşa’ demiş ama Nursi’nin savaşlara girme konusunda ne kadar hevesli olduğunu gösteren şu anlatıları da hatırlatmak gerekir:

1913 yılında kendisine şakirt olmak için gelen ancak duyduklarından sonra bundan vazgeçen üç öğrenci Said-i Nursî’yi şöyle betimler: “… Bu esnada medresenin duvarı dikkatimizi çekti. Mavzer tüfekleri, çeşitli silah, kılıç, kama ve fişekler dizilmişti. Bununla beraber rahleler üzerinde kitaplar vardı (…) ikinci olarak da dikkatimizi çeken ve taaccüp ettiğimiz (şaşırdığımız) husus, hocanın tavrı kılık kıyafeti oldu. Çünkü eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini görmedik. Bu adeta, başında külahıyla, ayağında çizmesi ile belinde kaması ile ve birde sert adımlarla yürüyüşü ile bize bir hocadan ziyade, bir erkânı harp bir asker intibaı vermişti. Doğrusu çok genç olduğundan ‘Acaba ilmi var mı?’ diye içimizden geçirmiştik.(…)” (Aktaran Nurettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, Nesil Yayınları, 2005, s. 189-190.)

“Oğlun Kore’ye [1950-1953 Kore Savaşı’nı kastediyor] gidiyor, sen çok merak ediyorsun, üzülüyorsun. Hiç merak etme, üzülme! İnşallah oğlun gidip gelenlerden olacak. Hükümet Kore’ye dörtbinbeşyüz kişilik asker gönderiyormuş. Eğer bana da izin verseler, beşbin genç Nur talebelerimle gönüllü olarak komünistlerle harp etmek için ben de giderdim…” Sohbette bulunanlardan birinin ‘Üstad’ım bu harbe nasıl niyet edeyim?” sorusuna da Nursi şöyle cevap verir: “Din- i İslam uğruna, Allah için cihada, şeklinde niyet et!” (Aktaran Badıllı, a.g.e., c. 3, s. 1919) 

Ama esas, Emrah Cilasun’un maddelerine şu maddeyi eklemek istiyorum. 

7. Bilici diyor ki:

 “Nursi, sağcı da değildir. Muhafazakâr olarak da tanımlanamaz.” (Vurgu Bilici’ye ait.)

Sağcılık-solculuk tarifi yaparken, İdris Küçükömer’in ‘bizde sağ soldur, sol da sağdır’ aforizması gelir hep aklıma. Bu açıdan Bilici’nin ‘Nursi sağcı değildir’ derken neyi kastettiğinden emin değilim. Diyelim ki onun dediği gibi olsun. (Nasılsa solcu olamayacağını Emrah Cilasun gösterdi.) Muhafazakarlık konusunda da tarif vermek kolay değil. Ekonomide veya ulusalararası siyasette muhafazakarlık bambaşka anlamlara gelir mesela. Ama “muhafazakarlık geleneksel toplumsal ve kültürel değerlerin, yapıların muhafaza edilmesini destekleyen politik ve sosyal felsefedir” tarifine katılırsanız, Nursi, Ziya Gökalp’den beri hars-medeniyet kilidini açmak için sıkça kullanılan mealen söylersem “Batı’nın kültürünü reddetmek farz, teknolojisini ise almak mübahtır” ekolünden olup, hars  (kültür) alanında bal gibi muhafazakardır. Yazı aşırı uzadığı için sadece çerçeveyi belirlemek açısından, muhafazakarlığının genel karinesi olarak “İslam’da içtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye ALTI MÂNİ vardır” ifadesini hatırlatacağım. (Sözler, “Yirmiyedinci Söz”.) Nursi bu altı maniyi öyle geniş anlatmıştır ki, ‘bu manilerin bu çağda aşılması adeta imkansızdır, dolayısıyla Kuran ve Sünnet’e uymaktan başka yol yoktur’ diye özetleyebiliriz tavrını. 

Özel olarak da, benim muhafazakarlık konusunda turnusol kağıdım olan kadına bakışına dair bazı ifadelerini aktaracağım. İfadeleri ilerici mi, muhafazakar mı, yoksa mürteci mi bulursunuz, orası size kalmış…

“Tarihten dinliyoruz: Bir zamanlar Amazonlar isimli silahşor kadınlardan mürekkep askeri bir taife varmış ve harika çapında cenkler yaparlarmış… Bu zamanın fitnesi de, planını nefs-i emmarenin yaptığı ve başbuğluğunu Şeytanın idare ettiği yarı çıplak hanımlar ordusunun, menfi tarafından harika çapında saldırışından doğmaktadır. Bunların silahları ve kalkanlarını delmek, olur olmaz fuhuş yolunu açmaya memurdur.” (Gençlik Rehberi)

“Hemşirelerim, mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için, serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nev’inden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz.” (Lem’alar, “Yirmidördüncü Lem’a”)

“Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zât yazıyor ki: ‘Adapazarı zelzelesinin aynı gününde [20 Haziran 1943] , zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırılçıplak olarak alayişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o cazibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz kemal-i hiddet ve gayz ile onların hayasız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr u zeber etti. Ve o binayı hâk ile yeksan eyledi.” Nursi’nin bu girişten sonraki uzun cevabında ‘çırılçıplak kızların depreme neden olamayacağına dair’ bir ifadeye rastlamayız elbette. Özetin özeti şunu söyleyerek çekilir sahneden: “Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez.” (Kastamonu Lahikası)

“Bir zaman [muhtemelen 1951], Eskişehir Hapishanesi’nin penceresinde bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki; o elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar… ve on tanesi, yetmiş- seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar… kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.” “Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: “Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.” “Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır.” (Şualar, “Onbirinci Şua”)

Yazıyı benim ve Emrah Cilasun’un bâki selamlarıyla bitireyim…