Emrah Cilasun (5 Aralık 2024)
Şu dünyada Mahmut Esat Bozkurt kadar Türk şovenizmine yakışır, dobra dobra konuşana az rastlanır. “Kurucu iradenin” Lozan’da “biz burada Türkleri ve Kürtleri temsil ediyoruz” dalaveresini, 18 Eylül 1930’da Ödemiş’te Mahmut Esat, şu sözlerle berhava etmişti:
“Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.” Hangi aklı evvel uydurduysa, “solcu” diye Türk resmi tarih hafızasına kaydedilen Mahmut Esat, Ödemiş’te söyledikleri eleştirilince, sözünün arkasında durduğunu 21 Eylül 1930’da Akşam gazetesine verdiği demeciyle de teyit etmişti: “Ben, Ödemiş nutkunda bu milletin efendisi Türklerdir, öz Türk olmayanların hakkı hizmetçiliktir, köleliktir demekle misafirlerimiz olan ecnebileri kastetmedim. Esasen bir memleketin dahili siyasi münakaşalarında yabancıların yeri yoktur ve olamaz. Bu hak, vatan evlatlarına aittir. Benim kastım Teşkilat-ı Esasiye mucibince Türk olup hâlâ Türk’ten başka milliyet iddia edenler varsa onlardır. Türk harsini (kültürünü) samimi kabul edip de Türk’üm diyene sözüm yoktur.”
Türk Şovenizminin Tespih Taneleri
Mahmut Esat Bozkurt’un bu küstahlığı adeta bir tespih tanesi gibi ilkin Mustafa Kemal’e daha sonra da Ziya Gökalp’e kadar uzanır. İlkin Mustafa Kemal’e bakalım. 16 Ocak 1923’te Ahmet Emin Yalman’a, İzmit’te verdiği mülakatta şöyle diyor: “Kürt meselesi; bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırımız dahilinde mevcut Kürt unsurlar o surette yerleşmiştir ki pek sınırlı yerlerde yoğunluğa sahiptir. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurlarının içine gire gire öyle bir sınır ortaya çıkmıştır ki Kürtlük namına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi yok etmek lazımdır… Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden meydana gelmiştir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve geleceklerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek (ortak) bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.”
Bu sözler devasa, talancı ve ilhakçı bir imparatorluktan arda kalan “Anadolu”ya çekilmiş Türklerin Ege ile İç Anadolu arasında sıkışıp kalmamak, imparatorluk “bakiyesi”, ilhak edilmiş Kürt topraklarını kaybetmemek için kuyruğu dik tutma tavrıdır. Ve bu tavrın devamı tespihin bir diğer tanesini oluşturan Mustafa Kemal’in “fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp’e uzanır. Zira Gökalp de Mustafa Kemal gibi “aynı dertlerden” mustariptir. Hemen hemen aynı dönemde kaleme alınan bir makalesinde, “Türklerle Kürtler bin yıllık bir ortak din, ortak tarih ve ortak coğrafya sonucunda maddi ve manevi bakımlardan birleşmişlerdir” demişti Gökalp. Devamla Diyarbakırlı Ziya Bey’e göre “Bugün ise ortak düşmanlar ve ortak tehlikeler karşısında bulunuyorlar. Bu tehlikelerden ancak ortak bir kararlılıkla kurtulabilirler. O halde büyük bir inançla diyebiliriz ki, Türkler ile Kürtlerin birbirini sevmesi her iki taraf için hem dini hem de siyasi bir farzdır. Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir. Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir.” Gökalp’in heybesinde, “tatlı dille” inşa etmeye çalıştığı -ve Mustafa Kemal’inde yukarıdaki sözlerine denk gelen- bu “Türk-Kürt” konstrüksiyonuna karşı, olası Kürtlerden ya da başka milliyetlerden yükselecek itiraza karşı, Mahmut Esat -Bozkurt(çu) meşrebine uygun tehditkar sözler de hazır ve nazır beklemekteydi. “Büyük Azim” manzumesinde şöyle der Kürt kökenli Türkçü ideolog:
“Hakka razı bir kavimiz, mefkuremiz adalet,
Namert bir düşman bizi ezmeye etti niyet,
Milletçe verdik karar: Ya istiklal ya hürriyet!
Ant içtik; ebediyen silahlı kalacağız,
Vatanın her taşını düşmandan alacağız.
Biz sulhçu bir milletiz, kılıcımız kalkandır,
Lakin ehlisalipler hala bize düşmandır.
Hakkı tanıttıracak kan, kan, kan, yine kandır.
Ant içtik; ebediyen silahlı kalacağız,
Milletin her hakkını düşmandan alacağız.
Şehitlerin kanını düşmandan alacağız.”
Müsamere Tadında Türkçülük
23 Nisan, 19 Mayıs veya 30 Ağustos müsamerelerini aratmayan bu alıntılar bana Devlet Bahçeli’nin 26 Ekim’deki, Ziya Gökalp anma etkinliğinde yaptığı aynı tattaki konuşmayı hatırlattı. Bahçeli, AKP/MHP’nin Kürtlere karşı başlattığı ve benim “Karşı Devrimci İkili Taktik Projesi” diye adlandırdığım hamlenin bir parçası olan söz konusu konuşmasında tarihle bugün arasında bir paralellik kurmakta ve kendince birtakım dersler çıkartmaktadır. Gökalp ideolojisiyle çetelesi tutulan “dersler” Türk-İslamcılığın düşün dünyasını sadece ele vermekle kalmıyor aynı zamanda Kürtlere karşı yapılan hamlenin de gerçek yüzünü bize gösteriyor. Uzun olması pahasına, son derece çarpıcı bulduğum şu bölümü mutlaka okuyucu ile paylaşmak isterim:
“Hepinizin az çok bildiği üzere, Osmanlı Beyliği, 1299 yılında Söğüt kasabası ve çevresini kapsayan yaklaşık 5.631 kilometre karelik bir alanda Osman Bey tarafından kurulmuştu.
Osman Bey, 27 yıllık hükümranlığı döneminde, Bizans tekfurlarıyla yapmış olduğu savaşlar neticesinde beyliğin topraklarını 16.000 kilometre kareye ulaştırmıştı. Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştığı 1699 yılında etki alanlarıyla birlikte 24 milyon kilometre karelik bir coğrafyada hüküm sürmekteydi. Bu dönemde Akdeniz’in dörtte üçü, Kızıldeniz ve Karadeniz’in tamamı, Basra Körfezi’nin büyük bir kısmı İmparatorluğun hakimiyeti altındaydı.
Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu 1299 yılından Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı 1699 yılına kadar geçen 400 yıllık süreç içerisinde, yani 146.000 bin günde, 23 milyon 994 bin kilometre kare toprak elde edilmişti. Bu süre içerisinde her gün 164 kilometre kare toprak kazanılmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu, Karlofça Antlaşması’ndan sonra malumunuz olduğu üzere gerilemeye başlamıştı. Gerileme döneminin başlangıcı olan bu tarihten 12 Ağustos 1914 tarihine kadar, 215 yıllık süre içerisinde, yani 78 bin 475 günde, üzerine basa basa ifade ediyorum ki, yaklaşık 20 milyon kilometre kare toprak kaybedilmiştir. 215 yıllık süre zarfında Osmanlı İmparatorluğu’nun her gün 255 kilometre karelik bir toprak alanı elinden kayıp gitmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan Mondros Mütarekesi’ne kadar, yani 12 Ağustos 1914-30 Ekim 1918 tarihleri arasında geçen 4 yıllık süre zarfında toplam 3 milyon 214 bin 200 kilometrekarelik topraktan acıklı ve sancılı şekilde mahrum olmuştur. Bir başka ifade ile söyleyecek olursak, 1461 günlük süreç içerisinde her gün 2200 kilometrekare toprağımız kaybolup gitmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde günde yaklaşık 255 kilometrekarelik bir alan kaybına karşın, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı yıllarında günlük toprak kaybı bunun yaklaşık 9 katına ulaşmıştır.
Şimdi geliniz, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914-1918 yılları arasında kaybettiği toprak büyüklüğünü bugünün bazı ülkelerinin yüzölçümüyle mukayese edelim: Her beş ayda bir Almanya, her dört buçuk ayda bir İtalya, her üç buçuk ayda bir İngiltere, her iki ayda bir Yunanistan, her on dokuz günde bir Hollanda/İsviçre, her on dört günde bir Belçika, her beş günde bir Lübnan kaybedilmiştir.
Sevr esareti, eziyeti, işkencesi ve zilleti kapsamında, Batı Anadolu (İzmir ve havalisi) ve Trakya’nın bir bölümü Yunanlılara, Rodos, 12 Adalar, Akdeniz ve Ege bölgelerinin büyük bir kısmı ile Konya yöresi İtalyanlara, Sivas, Malatya, Adana, Mardin, Urfa, Maraş, Gaziantep ve Suriye Fransızlara, Musul, Kerkük dahil Irak ve Arabistan yarım adası İngiltere’ye, Doğuda ise Doğubayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulması kararlaştırılmıştı.
Orta Anadolu Bölgesi ile Karedeniz Bölgesi’nin bir kısmından müteşekkil yaklaşık 200 bin kilometre karelik bir bölge ise Türklere yaşam sahası olarak verilmiştir. Bu ıstırap verici gerçekler nereden nereye geldiğimizin, hangi badirelerle karşılaştığımızın düşündürücü tablosudur. Üstelik o meşum yıllarda milli yürekleri kavuran sıcak hadiselerin tesirleri devam eden özetidir. Asırlar geçse bile yaralarımız kapanmayacaktır. Üstelik Birinci Dünya Savaşı’nın sayfaları hala açıktır. Hesaplaşma bitmemiş, zalim hücumlar kesilmemiştir.
Sömürü çarkı hızla dönerken, paylaşım kavgaları, emperyalist yayılmacılık, coğrafyalara indirilen zehirli hançerler, devam edegelen ekonomik soygunlar, mazlumların canı ve kanı üzerinde kurulan cinayet ve soykırım değirmenleri özellikle bölgemizi hedef almış, sert ve şiddetli kuşatmayla etrafımız sarılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun mâhkum olduğu bir trajediye, acılı ve ağrılı dağılmaya, dört bir tarafımızı perişanlığa sürükleyen içten içe çürümeye asla maruz kalmayacağız, asla müstahak olmayacağız. Türkiye Cumhuriyeti’nin 101’inci yıl dönümünde; her türlü tehdidi, her neviden tehlikeyi, dalga boyu yükselen melanet ve cinayet planlarını milli dayanışma ruhuyla ve manevi direnç atılımıyla berhava etmekten başka ikinci bir seçenek tanımayacağız, hiçbir zaman takmayacağız. Biz dersimizi tarihten satır satır aldık. Fikrimizin gücünü ve görkemini Ziya Gökalp’ten aldık.”
Gelen Dönemin Yol Haritası
Bitip tükenmek bilmeyen aç gözlü bir şovenizmin, talan ve istilanın, ilhak ve göz yaşının, kan ve barut üzerine bina edilmiş bir rövanşizmin deklarasyonu niteliğindeki bu sözler, gelen dönemde T.C.’nin içeride ve dışarıda izleyeceği yol haritası hakkında bize bir fikir veriyor. Devrimden yana olan herkes için alarm çanlarını çalıyor. 22 senedir her seçimde, papatya falı seanslarıyla “gitti gidiyor” dileklerinin sayıklandığı Siyasal İslamcı-Türkçü koalisyonun, gitmek şöyle dursun, İttihatçı Enver, Talat, Cemal’i hatırlatan şovenistliği ile, “yedi düvele” karşı bütün bir ülkeyi ve halkı, kanlı bir savaşın içerisine bodoslama sürüklemekte olduğu görülüyor.
Bütün sahte göz yaşlarına, “mazlumlar” edebiyatına rağmen, AKP/MHP yönetimindeki Türkiye’nin, dünya çapındaki sermayeler (emperyalistler) arası saflaşmada, esasında ve nihayetinde ABD, Büyük Britanya, AB emperyalistleri, Siyonist İsrail ve Taliban, IŞİD, Heyet Tahrir el Şam, Suriye Milli Ordusu gibi cihadistlerin safında durdurduğunu “sağır sultan” bile bilmekte. Bu cephenin tam karşısında Rusya, Çin gibi emperyalistler, İran İslam Cumhuriyeti gibi gerici rejimler ve onun Hizbullah, Hamas ve Husiler gibi Siyasal İslamcı vekilleri bulunmakta. Genel hatlarıyla çizmeye çalıştığım bu iki kamp arasındaki savaş, Gazze’de devam eden soykırımla bir ateş topu misali Lübnan üzerinden şimdilik Suriye’ye vardı ve çok büyük bir ihtimalle de ardından İran’a doğru ilerleyecek. Orta Doğu siyasi haritasının bir nevi yeniden tasarımı anlamını taşıyan, dozu, 3. Dünya Savaşı’nın çıkmasını içinde barındıran bu kanlı planın tüm bölge başkentlerinin başını ağrıttığı tartışmasız bir gerçek. Ama aynı zamanda her bir gerici rejim elini ovuşturup “büyük imkanlar ve büyük hüsranlar” kapışmasında el yükseltmeye, ön almaya çalışmakta. Zira haksız bir savaş, gericiler ve emperyalistler için ön görülemeyen kaoslara, bataklıklara, “Allah (!) göstermesin” devrimci fırsatların doğmasına neden olabilir. Bu durum onlar açısından bir kâbus, “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olma” endişesidir.
Devletin Korkusu ve Endişesi
İşte bu korku ve endişe içerisinde Devlet Bahçeli, 26 Ekim tarihli Gökalp anma konuşmasında sözü, İsrail’in İran’a yaptığı saldırılara getirdikten sonra, baklayı ağzından çıkartıyor: “Milli güvenliğimizin pamuk ipliğine bağlı olmaması için birliğimizi ve dirliğimizi güçlendirip ayrık otlarını temizlememizi acilen zorunlu görüyorum. Yedi düvel karşısında çözülmeyen, başını eğmeyen, teslim olmayan Türk milleti aynı iradeyi, aynı inancı, aynı ihtişamı, aynı iflahı, aynı ifhamı topluca yine ve yeni baştan gösterecektir. Dağılmayacağız, şer odaklarını dağıtacağız. Parçalanmayacağız, şirret terör yuvalarını paramparça edeceğiz. Bölünmeyeceğiz, aksine hizmet edenleri ise affetmeyeceğiz. Cihanşümul bir İmparatorluk kaybettik, milli ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni kaybetmeyeceğiz.”
MHP liderinin 22 Ekim’de Meclis Grup Toplantısı’nda, Kürdistan İşçi Partisi lideri Abdullah Öcalan’a yaptığı, “Gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün bittiğini açıklasın, sonra da umut hakkı için başvurusunu yapsın” çağrısının nedenleri yukarıdaki korku ve endişe dolu sözlerin içerisinde saklı. Öcalan’a yapılan çağrı, ne kıraathane müdavimi Rasim Ozan Kütahyalı gibi lümpenlerin iddia ettiği bir “devrim” ne Türk Jandarmasının kurucusu olduğu için ceddiyle övünen DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Cengiz Çandar’ın sevdiği abartılı söylemle “Bahçeli’nin elini değil, gövdesini taşın altına koyduğu bir hamle” ne de düzenin “solcu” maskotu Ufuk Uras’ın devleti kutsayan o yılışık sözleriyle, “devlet akılsız olacağına, devlet aklı olması daha iyidir. Bu, tarihi bir adım.”
Bu kakafoni içerisinde Artı Gerçek Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz’un ne ifrata ne de tefrite savrulmayan sözlerini not etmekte fayda var: “Bahçeli’nin projesi her ne ise onun içinde Öcalan’ın TBMM’de konuşması yer alıyor, bu bir metafor ya da uç örnek kabilinden söylenmiş bir söz değil. Dahası, bu söze yönelik eleştirilere kendi retoriği çerçevesinde çok ilginç bir cevap verdi Bahçeli: ‘… İmralı adası Türk toprağı değil mi? (…) Türkiye Büyük Millet Meclisi DEM Parti grubuna gelmesine itiraz ediliyor da İmralı’da kalmasına niye tepki gösterilmiyor?’”
Peki öyleyse Bahçeli’nin “milli güvenlik” hassasiyetine dayalı, ana hatlarını yukarıda vermeye çalıştığım, iç ve esasen de dış siyasi konjonktürle alakalı Öcalan çağrısı özünde neleri içeriyor ve hangi tarihsel tecrübelere dayanıyor? Gelin yakından bakalım.
Görüldüğü kadarıyla devlet kanadı elindeki kartları mümkün mertebe pek açık etmemeye çalışıyor. Ama oyunun kurallarını da şimdiden belirlemeye gayret gösteriyor. T 24’ten Cansu Çamlıbel’e verdiği demeçte, mesleği gereği olsa gerek, her bir sözünü tartıp biçtiği anlaşılan, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum’un, dört hususun altını çizdiği görülüyor:
- “Devlet yeni bir paradigma oluşturuyor, çeşitli seçenekleri değerlendiriyor.”
- “Terörsüz Türkiye hedefi.”
- “Müzakere yok.”
- “DEM’e ‘Türkiye partisi’ olma çağrısı.”
Dikkat edilirse Abdullah Öcalan’a yapılan çağrının mahiyetini izah ederken, Uçum’un sıraladığı hususlardan birincisi, sanki iç ve dış politikayı belirleyecek, kapsayıcı bir devlet aklına işaret etmek istercesine “paradigma” sözcüğünü öne çıkartmakta. İkinci, üçüncü ve dördüncü noktalar ise tamamen iç siyasetle alakalı. Buradan hareketle, üç nokta özetin özeti; iktidar Türkiye sınırları dahilinde şiddet monopolünün tamamen devlette olmasını sağlamakta ısrarlı. Oslo ve Dolmabahçe süreçlerinin tersine, “müzakere” yerine “dikte siyasetinde” ısrar etmekte. Ülke sathında siyaset yapmak istiyorlarsa, iktidarın başta Kürtler olmak üzere “sol” muhalefetin legal siyaset yapmasını ve DEM Parti’de toplanmasını dayatmakta ısrarlı olduğu anlaşılmakta.
Yol Ayrımındaki Türkiye
Uçum’un bıraktığı yerden bu izahatları ve bilhassa “paradigmayı” Suriye’de son yaşananlarla birlikte ele alan bir başka “danışmana” bakmakta fayda var. 90’larda “kirli savaş”ın patronu Çiller’in danışmanlığını yapmış, AKP ile Gülen cemaati arasında beynamaz kıldığı için AKP tarafından içeri atılarak cezalandırılmış, sonra Bahçeli’nin el vermesiyle affa uğramış, MHP’li entelektüel (artık nasıl oluyorsa?) Mümtazer Türköne, 1 Aralık tarihli yazısında, devlet vizyonu ve paradigmasına projeksiyon tutuyor:
“Türkiye bir yol kavşağındaydı. Erdoğan’ın kuvvetle ve ısrarla savunduğu istikamet Rusya ve Esad ile anlaşıp, Türkiye’nin kronik terör sorununun sıcak tehdidi olan Cezire’deki (Kuzey Doğu Suriye) PYD/YPG/PKK otonom bölgesine savaş açmaktı. Devletin aklı başında sahipleri ve sorumluları bu tercihin yılanın kuyruğuna basmak, arı kovanına çomak sokmak kabilinden, Türkiye’yi yaygın ve ağır bir terör batağına çekeceğinden endişe ediyordu. Daha ötesi Türkiye, Suriye’den sonra Orta Doğu’nun en sarsıcı istikrarsızlık ve belirsizlik bölgesine dönüşecekti. En önemlisi, Türklerle Kürtlerin birbirini yediği istikrarsız bir Türkiye, İsrail’in paranoyaya dönüşmüş güvenlik endişeleri için bir kalkan görevi üstlenecekti. Diğer yol ise İngiltere’nin emperyal vizyonunu seferber ederek ABD’yi temsilen sahaya inip kurduğu oyuna göre, yine İsrail’in güvenliğini garanti altına alacak bir çözüm olarak Türkiye-PKK uzlaşmasıydı. Böyle bir uzlaşmanın yerleşeceği ana zemin ise Suriye’nin üç federasyona hatta devlete bölünmesi, İran’ın bölgeden kovulmasıydı. Detaylarda boğulmayın, bugün Suriye’deki gelişmeler bu planın sahada uygulanmasından ibaret. Görüldüğü üzere her iki yol da ilk sırada İsrail’in güvenliğini esas alıyor. İkinci sırada, özellikle İran’ı, dolaylı bir şekilde Çin’in frenlemek için (biraz da Rusya) istikrarlı ve dengeli bir Türkiye, Anglosakson (ABD-İngiltere) bloğunun işine geliyor.”
Türköne’nin projeksiyonu yabana atılacak cinsten değil. Zira çoktandır Rojava yerine artık resmi adı, Kuzey ve Doğu Suriye Yönetimi diye değiştirilen Kürt bölgesinin, Dış İlişkiler Dairesi Eş Başkanı Îlham Ehmed, 23 Ekim’de, ANHA Haber Ajansı’na verdiği demeçle, ABD/İsrail (ki buna Türkiye’de dahil) cephesiyle Suriye, İran, Hizbullah ve Hamas cephesindeki çatışmaların Kürt yönetimi açısından ne anlama geldiği konusunda adeta, Türköne’yi teyit etmekte:
“İsrail, açıklamalarında açıkça bir şekilde ‘7 Ekim öncesi ile 7 Ekim sonrası aynı olmayacak’ diyordu. Bölgede büyük değişimler yaşanıyor. Bu da İkinci Dünya Savaşı sonrasında hakim güçlerin birer birer değişeceğini gösteriyor. Bazıları seçimlerle, bazıları ise savaşla gidecek. Sonuç olarak bölge bir bütün olarak değişime uğrayacak. Yaşanan gelişmeler ve gerilimler daha başlangıçtır…İsrail, Hamas’ın, Hizbullah’ın, İran’ın olduğu her yeri kendine hedef seçmiş durumda. Bunlar Suriye coğrafyasında da hedef olacaklar. Bu süreçte çözüme gitmek gerekiyor ve hiç olmazsa bu konuda çabanın olması gerekiyor… ABD açık bir şekilde İsrail’i destekliyor ve onu korumak için elinden geleni yapıyor. İran, Hizbullah, Hamas, Husiler ve bağlantılı gruplara karşı planlar var. Yeni planlar çerçevesinde Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi kapsamında döneme ayak uyduramayan, değişmeyen ve bu durumu doğru bir şekilde okuyamayanların tamamı hedef olacak.”
Bu arada hatırlatmakta fayda var. Son cümlesiyle “doğru yere sırtımı dayıyorum” havası veren ve tehditkar bir dil kullanan Ehmed’den birkaç hafta evvel ise Suriye Demokratik Güçleri İletişim Merkezi Başkanı Ferhad Şami resmi X hesabından, 6 Eylül’de Amerikan askerleriyle beraber çekilmiş fotoğrafları “Birlikte güçlüyüz” notuyla paylaşmıştı. Şami bu sözleriyle, Ehmed’in “doğru yerde” olma mesajını güçlendiriyordu.
Vaktiyle Devlete Yapılan En Uygun Öneriler
Tüm bunlar 2024’ün son birkaç ayı içerisinde yaşanan gelişmelerden örneklerdi. Aslında ve esasında bu örneklerin de kökleri gerek Türk idarecileri gerekse de PKK önderliği ve çevreleri arasında bundan on sene evvel İmralı adasındaki görüşmelere dayanırken, esnasında defaaten ele alınmış tartışılmış ve üzerine beyin fırtınası yapılmıştı. Öcalan, Kürt siyasetçiler ve MİT mensupları arasında Rojava, Suriye, Türkiye, PYD, Esad ve Cihadistler bağlamında yapılan konuşmalardan bugün izlenmekte olan siyasetle ve yaşanmakta olan savaşla doğrudan alakalı dikkat çeken bazı alıntıları, evvela burada altını çizerek paylaşmak istiyorum:
“Öcalan: PYD’yi zaten hazırlamışız, görüşmeye açıklar. Düşmanlık da yapmıyorlar. Türkiye olarak Barzani’yle kurduğunuzdan daha ilkeli ilişkiler kurabilirsiniz… Bu politika Türkiye’nin çıkarınadır… Türkiye’deki çözüm Suriye’deki, Suriye’deki çözüm Türkiye’deki çözümdür.” (21 Temmuz 2013)
“Öcalan: Tek istekleri (Davutoğlu’nu kastediyor. BN) Kürtlerin orada güç olmaması. Ama Kürtler orada olmasa faşist bir rejim oluşur. Nasıl bir çılgınlıktır bu? Ben bunu aşmak için Misak-ı Milli Komisyonu önermiştim. Halep’in kuzeyinden başlar Misak-ı Milli. Sen oraya tel örgü dikmek yerine sınırları kaldırmalısın… El Nusra vb. çeteleri destekleyeceğine niye bunu görmüyorlar? Nasıl İran Hizbullah’ı destekliyorsa, onlar da (Davutoğlu ekibi kastediyor. BN) PYD’yi destekleyecek. Davutoğlu’nun çevresinde karışık insanlar var. Suriye’de Kürtler olmazsa süper faşist güç oluşur. Bunlar Esad’ı tanımıyor… Bunlar Türkiye’yi elli yıl uğraştırırlar. PYD’yi destekleyerek bunu önleyebilirsiniz. Amerika’yı, İsrail’i, Esad’ı dengelemek budur.” (9 Kasım 2013)
“Öcalan: …Rojava’da bir sonuç alacaksa benimle görüşme yapacaklar. Ne Müslim ne de Kandil bu konuda hazırlıklı. Kandil zaten hazır mirasa bile sahip çıkmıyor. Ben oraya yirmi yılımı verdim. Kimse oraları benim kadar bilemez. Esad da beni ailece tanır. Ben dört yıl önce Emre Taner’e (eski MİT Müsteşarı. BN) önerilerimi sundum. En uygun önerilerimi sundum.” (7 Şubat 2014)
“Öcalan: Özgür Suriye Ordusu ile ittifak temelinde bazı ilişkiler kurulabilir. Ben daha önce de Demokratik Suriye Konseyi’ni önermiştim… Azzaz-Cerablus-Bab üçgeninde ÖSO ve PYD iş birliği yapabilir. Davutoğlu’na, böyle olursa o bölgeye Esad da, İŞID de giremeyecek deyin… Suriye konusunda Davutoğlu da, Beşir de, Efkan da bana oylama şeklinde değil de görüşümü almaları iyi olur ve önemlidir. Çünkü ben olmadan oradaki dengeleri, aşiretleri bilemezler…Nihai kararı ben vereceğim.
S. S. Önder: Yani Suriye konusunda mı nihai kararı siz vereceksiniz?
Öcalan: Evet, doğrudur. Nihai kararı burada devletle biz vereceğiz.” (15 Ağustos 2014)
Ez cümle, Öcalan’ın devlete on yıl evvel önerdiği şeyin adını koymakta yarar var: ABD ve İsrail’i dengelemek için PYD’nin Türkiye’nin himayesinde olması. Türkiye’nin himayesindeki Cihadistlerle PYD’nin ittifak yapması. Rojava’nın Misak-ı Milli’nin bir parçası olması. Ve tüm bu adımların nihai kararının Öcalan ve devlet birlikteliğinde verilmesi. Ve böylece Kürt sorunun hem Suriye’de hem de Türkiye’de ortaklaşa “çözüme” kavuşturulması.
Yerli ve Milli Planın Yeniden Ama Farklı Isıtılması
Tüm bunlar, Ortadoğu konjonktüründeki aktüel gelişmelerle bağı içerisinde, bugün Devlet Bahçeli’nin başlattığı Öcalan hamlesinin önemli bir boyutunu teşkil etmekte. Öcalan’dan verilen alıntılarla birlikte “MHP’li entelektüel” Türköne okunduğunda, on sene evvel İmralı’da ortaklaşa pişirilen ve akamete uğrayan, “yerli ve milli” planın yeniden ısıtıldığı görülmekte.
Şayet 22 Ekim’de Devlet Bahçeli’nin Öcalan hamlesi ile birlikte 27 Kasım’da ABD/İsrail/Büyük Britanya ve Türkiye’nin himayesi altında Suriye’de başlayan cihatçı taaruz, on sene evvelki plan doğrultusunda hayata geçerse Türköne’ye göre,“HTŞ’nin Humus’u da alarak çizeceği sınırlarla beraber, Suriye’de fiili federasyondan sonra Abdullah Öcalan, gelene-gidene kimsenin müdahale edemediği bir ev hapsiyle özgürlüğüne kavuşacak. Bağımsız Kürt devleti dışında, Kürt milliyetçilerinin ‘isteyenin bir yüzü’ kavlince sıraladığı, sinirleri zorlayan gündemler oluşacak: Federasyon, anadilde eğitim, yerel parlamento, bütçeden pay, askerlik ve vergi muafiyeti gibi. Tabii ilk sırada genel af var.”
Tabii ki muharebe meydanındaki ve diplomasi koridorlarındaki gelişmeler, Türköne’nin anlattığı düz bir çizgide ilerlemeyebilir. Mesela HTŞ ile Türkiye ve beslemesi SMO arasındaki şimdilik tali plana itilen mevcut ideolojik ve kimi siyasi çelişkilerin yakın gelecekte nasıl bir boyut kazanacağını bilmiyoruz. Ancak şu anda hasıl olan ABD’nin orkestrasyonunda HTŞ ve SDG’nin Suriye rejim güçlerine, İran ve Şii milislerine karşı ilerliyor olduklarıdır. Ve Fehim Taştekin’in ifadesiyle, “Fırat’ın batısında HTŞ, doğusunda SDG, Amerikalıların tercihlerine göre hareket ederse Washington açısından ‘operasyon tamamdır’. Membiç de zaten ABD’nin Türkiye’ye YPG/SDG’yi çekme sözü verdiği yer. O yüzden orada da kendi silahlarıyla bir savaş istemiyor. Elbette Türkiye’nin planlamasına uygun olarak SMO, Menbiç’i ele geçirirse Fırat’ın doğusuna da geçmeyi deneyecektir. Fakat karşı yakada Amerikan kırmızı ışığı belirebilir. Fırat’ın batısındaki Türk-Amerikan çakışması Fırat’ın doğusunda bozulabilir.”
Bahçeli’nin Öcalan hamlesinin olası Suriye ayağındaki aktüel gelişmeler böyleyken, Türkiye ayağınında da on sene evvel İmralı’da pişirilen “yerli ve milli” planla alakasını irdelemekte fayda var. Zira Uçum’un, “Terörsüz Türkiye hedefi” ve “Müzakere yok” vurgularının uzandığı yer kanımca İmralı’da gerek devlet gerekse de Öcalan tarafından elde edilen tecrübe (ki bunların ne gibi tecrübeler olduğuna aşağıda değineceğim).
Yeniden dönüp İmralı Notları’na bakmakta fayda var. Mesela 9 Ocak 2015’de Öcalan’la yapılan toplantıya Kamu Güvenliği Müsteşarı kimliği ile katılan MİT Müsteşar Yardımcısı Muhammed Dervişoğlu ile Öcalan arasında geçen ve bugünkü gidişata projektör tutan çarpıcı diyalogdan kimi alıntılara gelin birlikte bakalım.
“KGM (Dervişoğlu): Bu masanın etrafındaki herkes iyi niyetlidir. Bu sürecin sonuca ulaşması için iyi niyetle çaba gösteriyor. Çözüme de herkesin inanması lazım. İmralı iyi polis, Kandil kötü polis rolü olmamalı. Kandil’in de buradaki çalışmalara inanması lazım.”
(…)
“Öcalan: Kamu düzeni meşru, yasal toplum düzeni demektir. Yasal toplumun evrensel düzenidir. Tüm Türkiye vatandaşları için yasal, hukuki düzen ve kurallar toplamıdır. Biz bunu çiğnedik tabii. Bozduğumuz açık. Ben idam cezası aldım. TCK 125’ten yargılandım. Örgüt hala kanun dışıdır. PKK’siyle, KCK’siyle öyle. Öcalan yirmi yıldır derin düşünüp taşındı. Kendi isyancı yapısı, kuralsızlığı ve gerillacılığını Özal’ın çağrısıyla birlikte gözden geçirmeye başlamış, bu şekilde PKK’nin konumunu değiştirmeye karar vermiştir. Biz kamu düzeni için tehdit olmaktan çıkmaya yirmi yıl önce karar vermiştik. Bu konudaki iradem kesindir… Kabine toplantısından daha ağır bir toplantı yaptığımızı söylemiştim. Sizinle vardığımız düzey diğerleri ile kıyaslanmayacak kadar önemlidir. Biz PKK kaynaklı tüm yasadışı söz ve eylemlerimizi kamu düzenine taşımak istiyoruz.”
(…)
“KGM (Dervişoğlu): Kamu düzeni devlet için son derece önemli. Aslında bu romantik değil realist bir yaklaşım. Bu konuda Kandil’in durumu daha tartışmalı. Kandil hem sizi üzmeyip hem de bildiğini yapmaya devam ediyor.”
(…)
“KGM (Dervişoğlu): Bir Öcalan imajı adeta yeniden oluştu. Daha önceki değerlendirmelerden çok farklı olarak burada yürütülen çalışmalarla bugün kamuoyu sizi çok daha farklı değerlendiriyor.”
Karşı Devrimci İkili Taktik
Bir kez daha Ortadoğu’daki konjonktürel gelişmelere paralel olarak bugün başlatılan Öcalan hamlesinin içerdiği PKK’yi tasfiye etme, Kürt hareketinin yasal zeminde siyaset yapmasına cevaz verme, buna öncülük edecek Abdullah Öcalan’ın prestijini inşa etme adımlarının anlaşılan ta İmralı’da atıldığı artık su götürmez bir gerçek. Öte yandan on sene evvel Öcalan, Kandil, Avrupa örgütü ve yasal Kürt partisiyle “müzakere” yürüten devlet aklının sanki “fazla aşçı yemeği şapa çevirir” Alman atasözünden hareketle bu sefer Öcalan hariç tüm Kürt aktörlerini bilerek bypass ettiği de görülmekte. Bununla bağı içerisnde, taahhütlerin sahibi Öcalan’ı “iradesi” olarak teyit eden PKK ve tüm Kürt kurumları, ne kadar itiraz ederlerse etsinler, kendilerini devletin Öcalan hamlesine de bağlamakta. Mesela Halk Savunma Merkezi (HSM) Karargah Komutanı Murat Karayılan’ın 23 Ekim’de ANF’de yayınlanan demecindeki şu sözler bu istikamette: “Devlet Bahçeli’nin çağrısı da her ne kadar kendi anlayışına göre ve bizim asla kabul etmeyeceğimiz, akıl dışı bir içerikte olsa da özünde Önder Apo’yu muhatap olarak görmesinden dolayı yapılmış bir çağrıdır. Bu gerçek ortadadır. Bu gerçeği atlayıp, başka bir versiyon üzerinde durmakla herhangi bir çözüm durumu gelişemez. Hakikat budur, bu hakikate göre yaklaşım olursa elbette ki Kürt tarafında da karşılık bulur.”
Beri tarafta devlet, adıyla müsemma aktörlerinden Devlet Bahçeli tarafından duyurulan, Uçum’un izah etmeye çalıştığı Öcalan hamlesine gelebilecek olası olumsuz tepkilere karşı da önlem almakta gecikmemekte. Türk cenahında gelişebilecek, yüz yıllık şovenizmin bildik kodlarıyla dile gelebilecek itirazların çeşitli seviyelerde “ikna” edilebilmesi için MHP “entelektüellerinden” MHP mafyasına kadar tüm faşistler ve ırkçılar teyakkuza geçirilmiş durumda. Kürt cenahında da gelebilecek itirazlar için çeşitli aktörlerin şimdiden öne çıkmakta olduğu gözlenmekte. Mesela Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili Sırrı Süreyya Önder’in sözleri evlere şenlik: “Bahçeli’nin yaptığı çağrılarla gelmekte olan süreci itibarsızlaştırma çabaları genellikle tuzu kuru cenahtan geliyor.”
Bu sözlerle Önder ve onun gibi düşünenler gayet bilinçlice, devlet tarafından yürütülmekte olan kapsamlı bir karşı devrimci ikili taktiğin alkışlayıcısı olmakta. Vaktiyle 1905 sonrası Stolpin gericiliği tarafından Rusya’da uygulanan bu taktiğin Türkiye’de en bilindik hali Özal yıllarında yaşandı. “Karşı Devrimci İkili Taktiğin” özelliği şudur: Rejim, devrimde ısrar eden güçleri bir yandan kanlı bir biçimde yok ederken, aynı anda onları devrimden vazgeçirip, reformcu ve daha da önemlisi yasalcı bir mindere çekmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’de 80’lerin ikinci yarısından itibaren bir yandan devrimde ısrar eden devrimcilerin kanlı cesetleri boy boy teşhir edilirken; Doğu Perinçek, Murat Belge, Yalçın Küçük gibi aktörlerin rejim tarafından sahneye sürülüp, “sosyalistler tartışıyor”, “yasal particilik”, “Beka’da Apo ziyaretleri” üzerinden devrimi tasfiye çabaları sol tarihin daha hala belleğinde canlıdır.
Bahçeli’nin Burjuva Demokrat Bile Olmayan Hamlesi
Şimdi de Bahçeli hamlesiyle, 100 yıllık Kürt Milli Meselesi’nin karşı devrimci ikili taktikle halledilmeye çalışıldığına şahit oluyoruz. Rejim, bir yandan ister silahlı ister silahsız, zihinlerden, ayrılmayı hatta özerkliği dahi tasfiye ederken, beri yandan Kürdün sadece ve sadece yegâne siyaset yapma sahasının yasal ve reformcu zemin (DEM Parti) olduğunu “müzakere” değil, dikte ediyor. Dolaysıyla Bahçeli’nin karşı devrimci ikili taktiği, Kürt Milli Meselesi’nin burjuva demokratik anlamda bile bir çözümü değilken ve bu hamlenin “itibarsızlaştırılması” gayet meşruyken, asıl Önder’in Bahçeli savunusu, Kürt Milli Meselesi’ne karşı bir “tuzu kuruluğu” ifade ediyor. Bunun da ötesinde Önder ve onun gibi “tuzu kuru olanlar”, Ortadoğu’da halkların çıkarına olmayan haksız bir savaşın parçası olarak yapılan ve Kürt ulusuna da zarar veren bir hamleyi itibar sahibi yapmaya çalışıyor.
Milli Mesele karşısında alınacak tavrın doğruluğu ya da yanlışlığı, bir komünist açısından turnusol işlevi görmekte. Tıpkı Türk şovenizminin yanında yer alan TKP mirası ile Türk şovenizminin doğrudan karşısına dikilen İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci komünist/proleter enternasyonalist tavrında olduğu gibi. Okun sivri ucunu Türk şovenizmine yönelten Kaypakkaya, ezilen ulusun burjuvazisini, feodal beylerini, onların milliyetçiliğini ve imtiyazları için mücadeleyi de eleştirmekten geri durmamıştı ve desteklememişti. Genel olarak onların demokratik haklarını savunmuş ama onun ötesine geçmemiş ve nötr kalmayı önermişti. Bu yaklaşım tarzı ve metodu İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt Milli Meselesi’ndeki komünist hassasiyetine zerrece halel getirmemiş, bilakis devrimci kitleler nezdindeki sempatisini ve güvenilirliğini arttırmıştı. Milli Mesele’nin gerçek ve doğru çözümü Kaypakkaya açısından kati surette komünizm öncülüğünde Demokratik bir Halk Devrimi’ydi.
Maalesef dünyada sosyalist bir ülkenin olmayışı, devrimci ve komünist güçlerin epey bir zamandır ricat hali, dünya çapında milli mücadelelerin -ki bunların da sayısı gittikçe azalmaktadır ve bu başka bir tartışmanın konusudur- şu veya bu emperyalist, şu veya bu gerici gücün girdabına girmesine daha fazla olanak sunmakta. Bu fiili durum, Milli Mesele’yi yok kılmamakta. FKÖ’nün veya Hamas’ın emperyalist ve gerici rejimlerin girdabında olmaları, Filistin ulusunun ulusal sorununu ve hakkını nasıl ortadan kaldırmıyorsa.
PKK, 70’lerin sonlarında, Soğuk Savaş ortamında kurulan ve siyasi-ideolojik tercihini Sosyal emperyalizmden yana yapıp, gerici Suriye rejiminin himayesinde bulunmaktaydı. O yıllarda Kürdistan’da çok sayıda devrimciyi öldürmüştü. PKK, silahlı reformculuğuyla 40 sene içerinde farklı başkalaşımlar yaşadı. Bugün ABD/AB emperyalistlerinin ve Siyonistlerinin giderek girdabına girme tehlikesinde olduğu görülmekte. Bu durum onun gerici bir güce de dönüşme tehlikesini içinde barındırmakta. An itibaryla Fırat’ın doğusunda PYD güçlerinin (YPG/SDG) ABD emir komutası altında bulunması objektif bir gerçektir. Yarın Kandil’deki PKK güçlerinin PJAK adıyla İran İslam Cumhuriyeti’nin üzerine sürülmesi çok ciddi ve tehlike bir ihtimaldir.
Tüm bunların dile getirilmesi devrimci bir sorumluluktur. Bu sorumluluk Kürt ulusunun milli zulme ve gadre uğradığı gerçeğini yok etmez, komünistlerin okun sivri ucunu hâkim ulus şovenizmine doğrultmaları gerektiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bilakis bu sorumluluk, ilk başta büyük umutlarla ve enerjiyle meşru Kürdistan hayalleri kuran kitlelere karşı bir sorumluluktur. Ve mutlak surette zihinlerde komünist devrimi örgütlemenin bir parçasıdır.
Makul Kürt Versus İsyancı Kürt
Türk hâkim ulus şovenizmi bugün sadece resmi devlet ideolojisi ve onun temsilcileri ya da Perinçek, Okuyan, Baş gibi “sol” versiyonları üzerinden icra edilmekle kalmıyor. Aynı zamanda Türk hâkim ulus şovenizmini Kürt kitleleri içerisinde en güçlü şekilde icra edenlerin başında Abdullah Öcalan geliyor. Maalesef bu acı bir gerçek. İmralı’daki mahkemesi sırasında yaptığı savunma daha sonra kitaba dönüştürüldü ve Bir Halkı Savunmak başlığı altında PKK’nin adeta eğitim malzemesi halini aldı. Ve gerek İmralı Notları’nın gerekse de Bahçeli hamlesinin dayandığı Öcalan teorisinin kökleri bu eserde bulunmakta. Şimdi dönüp Bir Halkı Savunmak’ın kimi sayfalarını çevirdiğimizde karşımıza Perinçek’i ya da Okuyan’ı aratmayan alıntılar çıkmakta. İşte birkaç örnek:
“Atatürk yönetici elit için bir değer olarak hep anılır. Ama Atatürk’ün de sorunlara bir
yaklaşımı vardır. Mutlaka toplumsal anlamını esas alır, mutlak ezilmesi gerekiyorsa ezer, yok
başka bir tür yaklaşım gerekiyorsa o tavrı sabaha kadar yatmadan düşünür ve gerekeni
yapardı. Böyle bir önder olduğundan kimse kuşku duymaz. Ama bir meseleyi ülkesini ve
devletini bu denli zorlayacak, borçlandıracak, hep tehlikede tutacak bir halde bırakmazdı.
Kaldı ki, ‘özgürlük benim karakterimdir’ diyen bir kimliğin, sözde devleti kurtarmak adına
onu tarikatçılarla paylaşmayacağı açıktır. Ne kadar büyük bir Türk ulusçuluğu olsa da,
Kürtleri anlamaya çalışırdı. Özgürlük karakteri gereği bir hal çaresi bulurdu. Bundan şüphe
edilebilir mi? İsyanlar öncesinde defalarca bu ihtimalden bahsetmemiş midir? İsyanların
üzerine giderken bile, sorun Kürtlük ve özgürlüklerini engellemek değildi. Tersine, çok iyi
bildiği gibi, sonuçta Kürtlüğü de, özgürlüğü de götürecek olan emperyalizm oyunları değil
miydi?”
Yine aynı eserin bir başka yerinde şöyle diyor Öcalan:
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal önderlikli hareketin milliyetçiliğe yaklaşımı farklıdır. Anadolu kültür uygarlıklarını kendine esas alan, Sümerlerden Hititlere kadar gelmiş geçmiş Anadolu uygarlıklarına dayalı bu milliyetçiliğe kültür milliyetçiliği veya Anadolu yurtseverliği demek mümkündür. Mustafa Kemal bu farklı milliyetçi anlayışların farkındadır. Kendisine ısrarla yapılan ‘yeni kurulan cumhuriyete ‘Türk Cumhuriyeti’ diyelim’ önerisini yine açıkça reddedip, Türkiye ‘yani ırk bazlı değil, ülke bazlı’ adlandırmasını daha uygun görmüştür. Her ırk, soy bu milliyetçilik, daha doğrusu yurtseverlik içinde seve seve yer alabilir anlayışı içindedir. Bu milliyetçiliğe veya yurtseverliğe ırkçılık demek mümkün değildir.”
Cumhuriyet Türkiye’sini, kurucu devlet ideolojisi Kemalizmi, Kemalizmin dayandığı kafatasçı ve ırkçı Türk şovenizmini Öcalan parmak ısıttırırcasına maalesef böyle savumakta. Aynı eserinde Öcalan Türk resmi tarihinin Osmanlı hassasiyetlerini de göz önünde bulundurarak hem aktüaliteye hem de tarihe vurgular yapmakta. Birazdan bu vurguların Bahçeli hamlesiyle alakasına değineceğim ama ilkin Öcalan’ın aktüaliteye dair yaptığı saptamayı okuyalım:
“Tarih bir kez daha geçmişin stratejik dönemlerine uygun olarak Türk ve Kürt özgür
birlikteliğine dayalı bir çıkışa ihtiyaç göstermektedir. Ortadoğu’nun kaotik durumunun
aşılmasında en gerçekçi model, Türk-Kürt özgür birlikteliğine dayalı olmaktan geçmektedir.
ABD önderliğindeki küresel koalisyonun getirebileceği çözümlerin kendi başına yeni
sorunlara kaynaklık etmesi güçlü olasılıktır. Arapların durumu çözümden çok çözümsüzlük
üretmeye daha yakındır. Mevcut siyasi ve ekonomik statüko çelişkileri derinleştirmekten
öteye sonuç vermez. İsrail’le düğümlenen politikaların aşılması yakın sürede pek
beklenmemektedir. İran’ın kendisi dünya hakim sistemiyle problemlidir. İran’la krizlerin
daha da büyümesi yüksek olasılıktır.”
Öcalan’ın bilinçli bu “İran takıntısının” tarihsel arka planında, herkese düşman Türk resmi tarihinin anlatmaya doyamadığı, Safavi İmparatorluğu’na karşı Osmanlı üstünlüğü vardır. Okuyalım:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuya yöneldiği Yavuz Sultan Selim döneminde stratejik bir siyasal ilişki olarak başlayan 16. yüzyıldan sonraki dönemdir. Yavuz İran’daki Safevi İmparatorluğu’yla, Mısır’daki Memluk devletiyle baş edebilmek için stratejik bir konumda olan Kürt beyliklerinin kesin desteğine muhtaçtır. Bu ittifakı sağlamak için heybeler dolusu altın ve altı imzalı beyaz kağıt senetler gönderdiğini tarih yazmaktadır. Yirmi üç Kürt beyliğiyle ayrı ayrı ittifak yapar. Yavuz’un tercihi hepsinin bir beylerbeylik halinde kendi aralarında birleşmesidir. Fakat iç çelişkileri buna imkan vermediğinden, kendisi Diyarbakır merkezli bir beylerbeyinin atamasını yapar. Bu ilişki sayesinde tüm Kürt beylerinin katılımıyla önce 1514’te Van-Çaldıran’da Safeviler, 1516’da Suriye Halep kuzeyinde Mercidabık, 1517’de Mısır Ridaniye zaferleriyle Memlukları yenerek Ortadoğu’nun en büyük imparatorluğunu kurar. Bu stratejik ilişki olmadan, değil İran ve Mısır devletlerini yenmek, İç Anadolu’dan öteye bir adım atmak bile mümkün görünmemektedir. Tersine, eğer İran ve Mısır devletleri Kürt beylikleri ile zıtlaşma yerine birleşselerdi, belki de bu ilişki Osmanlı devletinin sonu olurdu.”
Bu sözlerin Kasım 2024 itibarıyla anlamı çok açıktır. “O gün İran’a (Safevi İmparatorluğu) karşı nasıl Kürt beyliklerine muhtaç idiyseniz ve ittifak yaptıysanız, bugün de aynısını yapmak zorundasınız.” Orta Doğu ateş çemberinde Türk hakim sınıflarına, onların stratejik uzantıları ABD ve İsrail’in işine gelebilecek bu pas karşılıksız kalmaz ve MHP “entelektüeli” Türköne’nin daha evvel alıntı yaptığım yazısında, bir voleye dönüşür.
“Gelelim asıl meseleye. Asıl mesele İran. İran bütünüyle denklemin dışına itilmiş oldu. Potansiyeli, bilinci ve birikimi ile İran boş durur mu? Safevî-Osmanlı çekişmesini hatırlayın. Şii inancı, Sünni mezhepleri gibi konformist değil. Şii dini, mensuplarını protest ve eylemci bir hayata zorluyor. Bu eylem biçimi ise İran’da değil dışarda hayat buluyor. Kısaca İran rahat durmaz.”
Böylece Mahmut Esat Bozkurt, Mustafa Kemal, Ziya Gökalp, Devlet Bahçeli ve Mümtazer Türköne ile işlenen Türk resmî ideolojisi Öcalan ile tamamlanmış bulunmaktadır. Tuzu kuru olanlar, “barış” adına bu ideolojiyi almaya çoktan razıdırlar. Milli hareketten tabii ki komünist bir tavır beklenemez. Ama milli hareketten karşıtı olan hakim ulus ideolojisini benimsemesi, güzellemesi, yayması ve hatta onun için dövüşülmesini önermesi de beklenilmemelidir. 100 yıllık tarihte isyancı Kürt kitlelerinin bizlere bıraktığı miras böyle bir miras olamaz. Ya da şöyle soralım: Makul Kürt mü? İsyancı Kürt mü?