… Bey,
13 Mart tarihli e-postanızda şöyle yazmışsınız:
“Emrah Bey Merhaba.
Şu tivitinizi yeni gördüm: ‘Türkiye çapında oylar TKP’ e diyor bu zat! 18 Mayıs 1973’de TKP’ye ve seçim panayırına soytarı yapılmak için mi ölüme gitti Kaypakkaya yoldaş? Ey İbo’cu! Bu senin tarihe geçecek bir ayıbın olarak kalacak. Utan!’
TKP’yi eleştirebilirsiniz tabii, fakat bu seçim döneminde bize karşı bu öfkenizi anlamıyorum. Seçime katılmaya mı karşısınız? TKP’ye bu denli alerjinin sebebi nedir? Kaypakkayacılar ve TKPlilerin, soldaki farklı örgütlerden insanların birlikte halkçı belediyecilik için çalışmasını neden kötülüyorsunuz anlamıyorum. “Seçim meçim hikaye dağa çıkmalı” diyorsanız siz neden Avrupa’dasınız? Kemalizm vb. üzerine aslında çok farklı düşündüğümüzü sanmıyorum ama velev ki öyle olsun, bu durum birlikte çalışmamıza neden engel olsun? Halkçı belediyecilik ve sosyalizm propagandası yapıyoruz siz bundan memnun olmanız gerekmez mi?”
… Bey,
Sorularınızla bana cevap verme imkanı sağladınız. Çok teşekkür ederim. Bilginizde olsun diye belirtiyorum, bu cevabı kendi kişisel sitemde de (emrahcilasun.com) yayımlıyacağım. Şayet karşıt görüş belirtmek isterseniz, cevabınıza sayfamda seve seve yer vereceğimi bilmenizi isterim.
Bâki Selam
Emrah Cilasun
Tarihsel arka plan: TKP ve İbrahim Kaypakkaya’nın köklü kopuşu
Türkiye “Komünist” Partisi’ne karşı “öfkemin” tarihçesi çok eskilere dayanır. Mustafa Suphi tarafından kurulduğu zaman Ekim Devrimi’nden ilham alan Türkiye Komünist Partisi ve onun kadroları, her ne kadar İttihatçı, Türkçü köklerinden ve II. Enternasyonal’in Sosyal Demokrat reformcu çizgisinden tam anlamıyla kopamamışta olsa, Kemalist Ankara’ya karşı izlediği, sınıf uzlaşmacılığına kapıyı aralayan çizgisine rağmen, gene de son tahlilde içerisinde devrimci emelleri barındıran kadrolara sahip bir partiydi.[1] Ancak Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Ankara tarafından Karadeniz’de katledilmelerinin ardından, tüm bu saydığım yanlış çizgisinden kopmak yerine bilakis TKP’nin, Şefik Hüsnü Değmer ile başlayan Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Zeki Baştımar, İsmail Bilen ve Haydar Kutlu ile sonlanan kötü ünlü tarihinden geriye Türk şovenisti, legalist-parlamenterist-revizyonist bir miras kalmıştır. Onun içindir ki İbrahim Kaypakkaya 1972’de kuracağı partinin adına ilişkin son derce titiz davranmış ve şu izahatı yapma gereğini duymuştur:
“Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un yaptığı gibi kendimize komünist partisi adını vermeliyiz. Komünist sıfatını hiç bir tereddüte düşmeden benimsemeliyiz. Fakat bu yetmez. Çünkü, birinci olarak, ülkemizde bu şanlı sıfatı kendisine yakıştıran revizyonist bir burjuva kulübü vardır. Ve biz kendimizi bu kulüpten kesinlikle ayırmak zorundayız. İkinci olarak komünist adını alan partilerin çoğu bugün revizyonizmin ve reformizmin batağına batmışlardır. Bunlar proletaryanın değil, burjuvazinin partileridir. Devrimin değil, karşı-devrimin aracıdır. Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde bu partiler, burjuvazi ve gericiler üzerinde proletarya diktatörlüğünün değil, işçiler ve diğer emekçi halk üzerinde burjuva diktatörlüğünün aracıdır.”[2]
90’lı yıllarda üniversitelerde Kürt ve devrimci gençlere saldırmaktan tereddüt etmeyen; salon toplantılarını 1789 burjuva devriminin ilahisi, bugünkü Fransız emperyalizminin milli marşıyla açan; 15 Temmuz sonrası Kürt coğrafyasının harabeye çevrildiği ortamda rejime bağlılığını Bayrak Mitingi ile sergileyen, utanmadan Mustafa Suphi ile Mustafa Kemal’i aynı anda kutsayan, Nasyonal Sosyalist Doğu Perinçek’i 30 sene geriden gelerek taklit eden, yasal boşluktan yararlanarak, bir zamanların Sosyalist İktidar Partisi’nin, eski revizyonist atalarının ismine konup, bugün Türkiye “Komünist” Partisi adını aldığını tabii ki biliyorum. O yüzden dün, Brejnev’e, Honecker’e methiye düzen İsmail Bilen veya Haydar Kutlu ile bugün, Chavez’e, Kastro’ya selam duran Kemal Okuyan arasında fark görmüyorum. Çünkü bu isimlerin hepsi bende revizyonizmi çağrıştırmaktadır. Yeni Komünizm’in mimarı Bob Avakian, “revizyonizm derken neyi kastediyoruz” diye sorar ve şöyle cevaplar “komünizmin devrimci ruhunun revize edilmesini ve onu, meselelerin etrafında dolanmak, yalnızca bazı reformlar için çabalamak, işleri kapitalist sistemin, onun ilişkilerinin düşünme biçimlerinin sınırları içinde tutmak yönünde zayıf bir yaklaşıma çevrilmesini kastediyoruz.”[3]
Hiç kuşku yok ki bugün karşı karşıya olduğumuz refromcu (revizyonist) düşüncelerin -izi sürüldüğü taktirde- 18. yüzyılın burjuva felsefecilerinden mesela Jean-Jacques Rousseau‘dan ilham aldığı görülecektir. Mülkiyet hakkından yola çıkarak kapitalizmin toz pembe şafağına uzanan ve bir meta ideolojisi olan “demokrasi”yi haykırarak talep edilen “hak, hukuk ve hürriyet”; özünde mevcut kapitalist düzenin topyekün devrilmesini istemez. Bilakis, mülkü olsun ya da olmasın, her kişi, mensubu olduğu sınıfın zaviyesinden bakarak, mülk edinme arzusuyla kendi hakkını, hukukunu ve hürriyetini, dolayısıyla “mülkünü” talep eder. Kapitalist toplum pastasından “pay” talebinde bulunur. Onun içindir ki, komünist hareketin tarihinde, maalesef bütün bir komünizm ülküsünü bu reformist temelde “hak” aramaya indirgeyen, tüm reform yanlıları için Marx’ın şu sözleri, son derece “soyuttur” ve hiçbir şey ifade etmez: “Sosyalizm genel olarak, bütün sınıf farklılıklarının ortadan kaldırması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine, tekabül eden bütün toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılması, bu toplumsal ilişkilerden doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere devrimin sürekliliğinin ilanıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”[4]
İbrahim Kaypakkaya’dan, Bob Avakian’dan ve nihayet Marx’dan verdiğim örneklerle birlikte ele alındığında, tarifini ettiğim bu revizyonist, ulusal şovenist partiye “öfkemin” nedenleri sanırım anlaşılmıştır. Ve ne hazindir ki Kaypakkaya’nın adını kullananlar tarafından, sadece bu partiye ülke çapında oy istenilmekle kalınmamış üstüne üstlük Türk şovenizmini temsil eden bu parti, şimdi “Kaypakkaya” adı üzerinden bir de Kürdistan’a, Dersim’e taşınmıştır. Tüm bunlar bir “İbo’cu” için utanç verici değil de nedir?[5]
Türk şovenizmi ile Kürt milliyetçiliği önünde secde etmek
Vaktiyle İbrahim Kaypakkaya, “Şafak[6] revizyonistleri, bir yandan Türk milliyetçisidir, fakat öte yandan Kürt milliyetçiliğine de dostça elini uzatmıştır”[7] derken, bu tespitinin yıllar sonra adeta bir bumerang gibi dönüp dolaşıp, kendi kurduğu akımı da vuracağını nereden bilebilirdi? Hatırlayalım; kuruluş kongresinde, Öcalan’ın coşkuyla “bir devrim partisi değil bir reform partisidir” diye tanıttığı Kürt milliyetçiliğinin havuzu HDP’nin önünde secde ederek, İbrahim Kaypakkaya’nın devrimci mirasını verip, “devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü” diye yemin karşılığında meclisten sandalye alanların dün, tıpkı Şafak revizyonistleri gibi aynı anda hem Türk şovenizmine hem de Kürt milliyetçiliğine dostça el uzatmış olmaları acı bir gerçektir. Bugün rejimle pazarlığında mağlup gelen Kürt milliyetçiliğinden şimdilik “dost elini” çekenler, Mustafa Kemal portresiyle gülümsemekte, kayyuma bal vermekte, silah tüccarı kompradorla aynı fotoğraf karesinde yer almakta ve T “K” P mitinglerinde oy istemekte hiçbir beis görmemektedirler. Oysa tüm bunlar Kaypakkaya’dan geriye kalan devrimci izlerin kapsamlı tasfiyesine denk düşen bir dönüm noktasıdır ve pespaye bir komedidir.
Sırtımızdaki kambur: Seçim aptallığı ve beraberinde getirdiği alışkanlıklar
… Bey,
“Seçime katılmaya mı karşısınız?” diye sormuşsunuz. Bu soru esasen “seçimlerin mahiyeti ne olursa olsun, seçimlere katılmak gereklidir” demenin başka bir şeklidir. Fakat siz bunu dolaylı yoldan, bir dil darbesiyle “seçime katılmaya mı karşısınız” diyerek, konuyu içeriğinden saptırmaktasınız. Sosyalist rejim de dahil olmak üzere seçimler bir meselenin temel de nasıl değişeceğine dair çözüm sunmaz. Komünistler, sosyalizmde bile seçimlerin bu yanını ve hatta sınıfsız topluma seçimle varılamayacağını halka anlatmak zorundadırlar. Şöylesine bir saçmalığı düşünebilir misiniz? “Hadi üretim biçimi hakkında oylamaya gidelim!” Bu, mümkün değildir. Onun içindir ki, biz burjuvazinin düzenini ve düşün dünyasını tahkim eden her türlü seçime karşıyız. “Halk iradesi” adı altında burjuvazinin ve onun diktatörlüğünün meşrulaştırıldığı tüm seçimlere karşıyız.
Burada sizi kızdırmayı göze alarak, Stalin’in 1913’de yazdığı‘Marksizm ve Ulusal Sorun’ adlı eserindeki şu sözlerini paylaşmak isterim: “Tanrıya şükür Rusya’da bir parlamento mevcut değil.”
Yeni Komünizm’in ilk kilometre taşı diyebileceğimiz, ‘Dünyayı Fethetmek? Enternasyonal Proletarya Buna Zorunlu ve Muktedirdir’ adlı meşhur eserinde Bob Avakian, Stalin’den bu alıntıya yer verir ve ardından şu saptamayı yapar:
“… burada getirilen şey, bu parlamentolara uzun bir süre sahip olursanız ve işçi temsilcileriniz olmaya başlarsa, bu durum proleteryanın ve devrimci hareketin boynunda asılı bir değirmen taşı haline gelir. Çoğu yerde parlamentonun olmaması gerçekten de bir nevi ‘tanrıya şükredilecek’ bir durumdur. Rusya’daki parlamento (ya da Duma), ayaklanmanın bazı dönemlerinde ve devrimci durumun keskinleştiği dönemlerde hâkim sınıflardan ve özellikle de Çar’dan koparılan birer taviz idi. Hâkim sınıfların bunu ele geçirip, onu kitlelerin gerginliğini ve görüşlerini mahvedip yozlaştırmak, onları uyutup aptallaştırmak için kullanacak vakti olmamıştır. Bu her zaman için yapmak istedikleri bir şey olmuştur, fakat hiçbir zaman için İngiliz burjuvazisi gibi onu kitlelerin aptallaştırılmasının bir aracı olarak mükemmelleştirecek zamanları olmamıştır.”
Şimdi bakın: Osmanlı’dan bu yana 1876’dan beri kör topal bir parlamentonun Türkiye’de var olduğu göz önünde bulundurulacak olunursa, bu kurumun toplumu aptallaştırmasının yanı sıra tüm toplumda (kendilerini devrimci ve komünist diye tanımlayan örgütlerde dahil omak üzere) nasıl bir alışkanlık haline geldiğini düşünün.
İster meclis içinde olsun ister dışında, mevcut partilerin tümü, dün olduğu gibi bugün de bu aptallaştırma fonksiyonuna seçim öncesi, seçim anı ve sonrasında var güçleriyle hep dahil olmuşlardır. Haliyle hep birlikte, burjuva sınıf diktatörlüğünün bir yönetim modeli olan burjuva demokrasisine methiye düzenlerin bundan vazgeçmeleri tabii ki beklenilemez.
Ama bunun da ötesinde ve çok daha derinden irdeleyecek olursak, yenikomünizm.com sitesindeki şu zihin açıcı saptamanın burada bir kez daha paylaşılması gayet faydalı olacaktır.
“Seçimlerin Doğası ve ‘Yapışık Mitoloji’
“Bir şeyin doğasını yani bütünü itibariyle metabolizmasını, nasıl hayat bulduğunu nelerden güç aldığını ve neleri güçlendirdiğini tam olarak ne olduğunu söylemeden, o şeyi, a priori bir biçimde ‘hizmet edebilecek bir araç’ olarak görmek tamamen metafizik bir yaklaşımdır. Ve seçimlere dair izlenilen bu yanlış yaklaşım, demokrasinin diktatörlüğün karşıtlığı olduğu anlayışı gibi, demokrasiye dair de izlenir. Halbuki demokrasi, ilk çıktığı andan bu zamana kadar hep bir sınıf diktatörlüğüdür, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki hakimiyetidir.[8]Mülkiyet (burjuva) hakkının temel ve çekirdek hak olduğu ve proleterlerin işgüçlerinin sermaye tarafından alınıp satılan, mübadele edilen birer metaya indirgendiği bir toplumda, insanlar atomize edilmiş bir şekilde parçalanmışlardır. ‘Adalet’, ‘eşitlik’, ‘demokrasi’ gibi evrensel olarak dillendirilen beyannameler, esas itibariyle bu üretim ilişkilerinin temelinde yatan çelişkiyi -üretimin aşırı derecede toplumsallaşması ve bunun şahsi temellük temelindeki gasbını- rasyonalize etmek, için ‘halk iradesinin’ tecelli olduğu söylenir. Ve bu, burjuvazinin feodal toplumu eleştirdiği şeye benzemenin bir diğer biçimidir. Nasıl ki burjuvazi, feodalizmde ileri sürülen ‘kralların ilahi hakkı’ önermesini ‘saçma ve uydurulmuş bir yönetme hakkı’ olarak eleştirmekte haksız sayılmazsa, ‘demokrasi altında, seçimlerin halk iradesini temsil ettiği’ anlayışı da uydurma bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Bob Avakian’ın da söylediği üzere;
“‘Şimdi, burjuva döneminden biraz uzaklaşıp ona meselelerin gitmesi gereken ve gidebileceği – gitmeye mahkum olmadığı, ama gitmesi gereken ve gidebileceği – yerin tarihsel perspektifinden bakarsak, burjuva demokrasisinin büyük tılsımının, yani seçimlerin ve yönetilenlerin kendisini yönetenleri seçme hakkının gerçekte, burjuva toplumun işleyişi içinde, kralların ilahi hakkından daha fazla mutlak meşruiyete sahip olmadığını görebiliriz. Bu sadece, yönetici sınıfın ihtiyaçlarının ve çıkarlarının bu özel toplum tipinde ortaya konulmasının başka bir biçimi ve – burjuva siyaseti ve seçimlerin kontrolüyle birlikte – yönetici sınıfların çıkarlarının korunup güçlendirilmesini sağlayan bir mekanizmadır. Bu, kralların ilahi hakkının onlar tarafından geliştirilmiş versiyonudur: DEMOKRASİ, SEÇİMLER, gerçekte onların versiyonudur. Bu, belli bir sistemin yapışık mitolojisidir. Mitoloji olan şey seçim yapmaları değildir, mitoloji olan, seçimlerin taşıdığı anlam ve sonuçları hakkında söylenenlerdir. Gerçekte seçimler, ‘halkın’ ‘iradesinin’ veya ‘egemenliğinin’ bir ifadesi değil, kapitalist sınıfın toplumda yönettiği ve ezdiği sınıflar ve gruplar üzerindeki sömürüsünü ve tahakkümünü, diktatörlüğünü sürdürmesini sağlayan sürecin ifadesidir.’ [9]
“Bu açıklamalar ve uzun aktarmalar birçokları açısından işin ‘amentüsü’, ‘ABC’si’ olarak görülmektedir. Evet, bunlar bize, burjuva sınıfının bir diktatörlük aracı olan devletinin ve onun işleyişinin temel niteliklerini anlatır. Ve bu, işin ‘ABC’si diye bir kenara bırakmayı, ona sırt dönmeyi değil aksine bunu daha derinden kavramayı ve tersine çevirmek için bir devrim stratejisine sahip olmayı ve halk yığınlarını –ve toplumun şu halinden rahatsız olan diğer sınıf ve tabakalardan insanları- devrim temelinde yeniden kutuplaştırmayı, gerçek bir devrim için hareket inşa etmeyi gerektirmektedir.
“Seçimlerle
İzlenen ‘Mümkündür’ Siyasetinin Altında Yatan Düşünce Yapısı
Her seçim sürecinde olduğu gibi ‘olağanüstü koşullardan geçildiği’ ve ‘bu seçimlerin farklı’ olduğu propagandası toplumun ilericilerinin dilinde bitmek bilmeyen bir nakarattır. Çok partili dönem boyunca; İnönü’den Celal Bayar’a, Adnan Menderes’ten Süleyman Demirel’e, Turgut Özal’dan Mesut Yılmaz’a, Tansu Çiller’den Bülent Ecevit’e ve son 16 yıldır Erdoğan’a kadar, her dönem hakim sınıfların bir kanadını temsil edenlere karşı ‘bu seçimlerin’ ‘gericiliği durdurmak için son fırsat’ olduğu söylene gelir. Zaten seçim algısının en büyük illüzyonu, halkın ‘iradesinin’ seçimler tarafından temsil edilebileceği, en son tahlilde iktidarı ele geçirmese bile ‘halkın sesi’ olabileceği iddiasıdır –‘bırakınız bizim de bir sesimiz olsun efendiler!’.”
“Yerel yönetimler bağlamında ise, merkezi otoritenin “dışında”, ondan “bağımsız” bir halk iktidarı olamayan ama ‘söz, yetki ve karar’ merci olarak bir ‘iktidar’ alanı yaratıldığı fikri Türkiye ve Kürdistan ‘solunda’, ilerici cenahta ‘tartışmaya kapalı tabu’ halini almıştır. Bir sınıf aracı olarak devletin, halkla doğrudan ilişkili olan aygıtlarının başında gelen belediyeler, ‘halkın iradesinin’ değil ama hakim sınıfların bizzat ve birebir diktatörlüğünün aygıtıdır. An itibariyle 107 belediyenin kayyumla yönetilmesi, hakim sınıflarca ‘oyunun dışına’ çıkılmasının ‘cezasıdır’ –ki, Erdoğan’ın ‘seçilirlerse yeniden kayyum atarım’ kabadayılığı bu ‘cezanın’ apaçık beyanıdır. ‘Seçilmişlere’ cebirle müdahale, sadece bizim coğrafyamızda değil, burjuva demokrasinin beşiği olan Avrupa’da da yaşanmaktadır. Örneğin, İspanya Anayasası’nda referandum yapma hakkı olmasına rağmen, Katalanya’nın ‘Bağımsızlık Referandumu’ sonrasında yaşanan siyasi tutuklamalar sonucu mahkeme davalarında 16-25 yıl arasında hapis cezaları istenmektedir.
“Yine bu bağlamda çokça verilen Terzi Fikri’nin Fatsa örneği aslında neyi temsil ettiğinin değil, neyi temsil edemeyeceğinin trajik bir örneğidir: Zira Fatsa’da ‘bir araç olarak yerel yönetimin’ deneyi, hakim sınıfların verili kurumlarının dışına çıkıldığı taktirde, bir gecede gerçekleştirilen ‘Nokta Operasyonuyla’ -ki bu operasyon, 12 Eylül’ün küçük bir provasıydı- ‘devletin bekası’ için tekrardan nasıl işlerin düzene sokulduğunun ispatıydı. Bu trajik tecrübeden alınması gereken en önemli ders, burjuva diktatörlüğün üst yapı kurumlarından herhangi biri –yargı, meclis, yerel yönetim vb.- bu sınıfın diktatörlüğüne ters geldiğinde yeniden yapılandırılacağı gerçeğidir.
“‘Bir burjuva aygıtı olarak belediyeleri halkın iktidarının inşası için bir araç olarak kullanmak’ efsaneden de kötü, halk yığınlarının öfkesini ve umudunu verili hakim ilişkilerin düşünce yapısı içerisine hapsetmektir. Çünkü bu düzenin içerisinde hiç bir temel sorun ne genel ne de yerel ‘seçim’ yoluyla çözülemez. Ve bu düzenin kurumlarının işleyiş biçimi, mütemadiyen halkın düşünce tarzı üzerinde etki yaratır ve bir geleneğe dönüşür. O yüzden sorun yalnızca burjuva seçimlerinin hileli olduğu meselesi de değildir. Temel sorun, burjuva seçimlerinin halk kitleleri üzerinde uygulanan diktatörlüğün güçlü bir biçimi olduğudur. Seçimler halka karşı uygulanan burjuva sınıf diktatörlüğünün, halkın düşünce yapısında rasyonalize edilmesinin (‘halk iradesi’) tezahürlerinden biridir.” [10]
Nepal’den sonra yeni komedilere ihtiyacımız yok
… Bey,
kısa notunuzda ayrıca “Seçim meçim hikaye dağa çıkmalı” önerisinde bulunacağımı varsayarak, aklınız sıra Avrupa’da yaşıyor oluşumu bana karşı kullanabileceğinizi sanmışsınız. (Ayrıca belirtmeliyim ki, bilim insanlarının teorik bir münakaşayı, dernek ve kıraathane düzeyinde böylesi ampirik bir seviyeye düşürmesi beni hep şaşırtmıştır). Yukarıda sıraladığım tüm izahatlar “seçim ve meçimin hikaye” olduğunu yeterince kanıtlamıştır. Gelelim “dağa çıkma” meselesine…
… Bey,
bir bilim olarak komünizmin üzerinde çalıştığı şey, insanlardır. Söz konusu insanların geleceği onların hayatları mevzu bahis olduğunda, “dağa çıksın, dağdan insin” basitliği ile ele alınmasını doğru bulmuyorum. Esas mesele; insanların hangi biçimlerde mücadele edeceği değil, yürüttüğü mücadeleye hangi siyasi çizginin –umarım bu Mao’cu tabiri anlamakta zorlanmazsınız- tayin edici olduğudur. Baskının olduğu her yerde direniş ve isyan olacaktır. İnsanlar, kendilerini ezen ve sömüren egemenlere karşı isyan ederler ve keza Mao’nun dediği gibi bu, “meşrudur”. Bu, meşru isyanın her halükarda doğru bir çizgiyi temsil ettiği anlamına gelmez. O nedenle burada tartışılması elzem olan husus, kitlelerin hangi yanlışa düşmemesi gerektiğidir. Ne yapılması gerektiği ise şayet dikkatli okursanız, bu yazının tamamında mevcuttur.
Bu zaviyeden bakıldığında bugün, mevcut ekonomist ve reformcu bir çizgiyle dağa çıkılmasından yana değilim. Bunun iki nedeni var: Birincisi, Nepal’deki örneğinden bildiğimiz çok kötü bir satılmışlık ve dejenerasyon modelini bir kez daha bize ve dünya halklarına yaşatacağı için. İkincisi ise, Aslan Kılıç, Cem Somel ve Muzaffer Oruçoğlu örneklerinden sonra bizim ne sahte Maocu yerli Bataray ve Paraçandalar’a ihityacımız var, ne de onların çizgisine yem olarak verecek çocuklarımız.
Bir an düşünün! Nepal’de gerçek, komünist bir devrimimiz olsaydı ve Nepal dünya devriminin ana üssü haline gelseydi ne olurdu? Emperyalist kapitalist köhne dünyanın yaşattığı acılara, haksızlıklara öfke duyan milyonlarca insanın, “Cihadcılık”, “Milliyetçilik”, “Alternatif Dünyacılık”, “Üçüncü Alancılık” (Rojava) gibi kimi gerici kimi düzenin içerisinde kalan “çözümlerin” peşinden koşmasının önünde engel olur, gerçek bir devrimci modeli temsil ederdi. En azından dünyanın ezilenleri komünist bir devrimin mümkün ve umut verici olduğunu bizat yaşayarak görebilirlerdi.
Ve aslına bakarsanız esas meselemiz, bugün gerçek İbo’culardan, hatta ve hatta devrime önderlik edecek bir öncüden yoksun olduğumuzdur. Bu konuda yenikominizm.com’un şu saptamasına katılmamak mümkün değildir:
“Eğer, dünyanın her bir yanından insanlar yaşadığımız bu toplumu anlamak ve gerçekten değiştirmek istiyorlarsa, Yeni Komünizm’in yöntem ve yaklaşımını kavramalı, maddi gerçekliği bu temelde değiştirmelidirler. 1960’larda, komünizm bir yol ayrımındaydı ve komünizmin doğru yolu Mao tarafından temsil ediliyordu. Ve açıkça söylemek gerekirse, bugün de komünizm bir yol ayrımın da ve bu yol ayrımı, Bob Avakian’ın inşa ettiği ve halihazırda önderlik ettiği yeni komünizm tarafından temsil edilmektedir. Bundan 50 yıl önce nasıl yoldaş İbrahim Kaypakkaya, komünist devrimin önderi Mao Zedung’u ve onun temsil ettiği bilimi Türkiye’de ve Kürdistan’da takip edip, uygulayıcısı ve savunucusu olduysa, bugün de bizlerin yeni Kaypakkayalar olmamız gerekmektedir! Önümüzde duran görev, gerçek bir devrim için devrim hareketinin inşasıdır. Günümüzde böylesi bir inşa ancak ve ancak Bob Avakian’ın mimarı olduğu ve önderlik ettiği yeni komünizm temelinde olabilir.
Evet, önümüzdeki yegane görev budur!” [11]
“Dersim Aideti” ve “Dersim Mağduriyet Endüstrisi”nin Konstrüksiyonu
… Bey,
son olarak Dersim özgülüne de dair bir iki hususa değinmeme müsade buyrun.
Kaypakkaya camiası içinde “Dersim aidiyetine” önem atfetme ne İbrahim Kaypakkaya da ne de onun yanındaki Dersim’in yerel kadrolarında mevcuttu. Onların ‘onur’ duydukları yegâne şey devrimci olmaktı. Hatta onlara kucak açan ileri kitlelerin dahi ‘Dersim aidiyeti’ diye bir sorunları yoktu. Bu insanlar devrim hayalini paylaştıkları için Kaypakkaya ve yoldaşlarıyla birlikteydiler. Onların gündeminde ne Seyit Rıza’nın mezarı, ne Dersim katliamının devlet katında kabul görmesi, ne de Dersim Mağduriyet Endüstrisi kurarak statü ve para kazanma vardı.
Aslına bakarsanız Kaypakkaya camiasında “Dersim aidiyeti” ile Tunceli dernekçiliği üzerinden insan kazanma, 1974 sonrasına tekabül eder. “Kemalizm + Dersim katliamı = Faşizm” formülüyle, kısa yoldan insan kazanma ilk etapta çok başarılı olmuştur. Dersim, 12 Eylül ve sonrasında da Kaypakkaya camiasının fiilen barınağı haline gelmiştir. Barınma esas, devlet baş düşman olunca, Kaypakkaya camiası açısından Dersim’deki üst yapının ögeleri olan aşiretler, Alevi inancı ve bir bütün olarak gelenekler ve görenekler katiyen sorgulanmamış aksine pragmatistçe benimsenmiştir. Tabii ki Kaypakkaya camiasında 1970’lerin ortalarından itibaren birikmekte olan komünist eğilimli devrimci demokrat dünya görüşü, bu üst yapı kurumlarını benimsemekte hiç zorlanmamıştır. İşin doğası gereği, burada yan yana yaşamaya çalışan iki adet çelişki (Dersim’in üstyapısı ve Kaypakkaya camiası) bir müddet sonra birbirlerini tek taraflı etkilemeye, dönüştürmeye başlamıştır. Devlet de Dersim’de uyguladığı cebirle, bu iki çelişkinin yana yana olmasını, birbirlerinden etkilenmesini arzu etmiş ve sağlamıştır. Bin yıllık yöresel gelenekler ve üstyapı kurumları Kaypakkaya camiasını adeta yutmuş ve kendisine benzetmiştir. Din ile kültür, yöresel cemaat ile siyasi camia birbirine karışmıştır.
Dersim’de sınıflar ve bu sınıfların iktisadi konumu, yıllar içinde geçirdikleri başkalaşım, Kaypakkaya camiasının sosyal tabanını da dönüştürmüş; onları iyice kapitalist ilişkiler ağının içerisine entegre etmiştir. Kaypakkaya’nın, vaktiyle Kürecik’den Almanya’ya giden yoksul köylüler hakkında yaptığı tahlilleri hatırlarsak; Türkiye’nin büyük şehirlerine ve oradan diasporaya Dersim’den göç sonucu giden, yoksulluğundan sıyrılıp, para, güç ve mevki sahibi olan (tıpkı Kürecik örneğinde olduğu gibi) hatırı sayılır bir kesimin oluştuğunu görürüz. Gurbete çıkan yoksul köylü zamanla ya Avrupa’da işçi aristokratı ya Türkiye’nin büyük illerinde devlet memuru ya da müteahhit olmuştur. Aşiret ve büyük aile bağları üzerinden kendini besleyebilen bu iktisadi güç, söz konusu sınıfların başkalaşımıyla beraber, kırk küsur sene evvel ki devrimci enerjiyi önemli ölçüde elimine etmiş; reform arzularını güçlendirmiştir. “Aidiyet” talebinin ardındaki ana unsur bu reform arzusunun sahibi olan, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde evrimleşerek görece zenginleşen, ABD’den Avrupa’ya uzanan diyaspora ile Türkiye’nin büyük şehirlerinde iktisadi bir güç konumuna gelen Dersim’in gelecekteki zengin sınıflarıdır. Özellikle Kaypakkaya geleneğinden gelme eski devrimciler ya bizatihi bunlardan biri ya da bunlara adeta “danışmanlık” yapar olmuştur [12] Dil, din, etnisite, müzik, belgesel film ve literatür üzerinden muazzam bir “Dersim aidiyeti” pompalayan, insanların en geri duygularına hitap ederek onları sömüren ve böylece Dersim Mağduriyet Endüstrisi’nin kurumsallaşmasına katkıda bulunan bu eski devrimciler bana Stalin’in, 1905 yenilgisi sonrası söylediği şu sözleri hatırlatmaktadır: “Rusya’da karşı-devrim dönemi beraberinde sadece ‘gök gürültüsü ve şimşek’ değil, fakat hareket üzerinde hayal kırıklığı ve birleşik güçler de inançsızlık getirmiş bulunuyor. Önceleri, ‘aydınlık geleceğe’ inanılmış ve bu nedenle hangi milliyetten olunursa olunsun birlik içinde mücadele edilmişti. Şimdi ise düşüncelere kuşku sızdı ve ayrışımlar başladı: Herkes kendi ulusal meclisciğine; herkes sadece kendisine güvensin! Herşeyden önce ‘ulusal sorun’!” [13]
İşte böyle … Bey.
Gerçi Dersim dahil seçimleri kimin kazanacağı
umrumda bile değil ama ben sizi şimdiden kutlarım! “Halkçı Belediyecilik” ve
“bedel ödedik artık yeme sırası bizde” zihniyetine sahip bu yeni güçlerin
desteğini ardınıza aldığınız ve seçimleri çok büyük bir ihtimalle kazanacağınız
şimdiden bellidir. Rejimin daha şimdiden göstermekte olduğu “hayırhah” tavır ve
bonkörce açtığı siyasi zemin, 31 Mart sonrasında size biçilen “Komünist
Belediye” rolünün de habercisidir. Dünya koşulları, bölgesel denklemler ve her
şeyden önemlisi de rejimin ideolojik dünyası sizleri nerelere savurur, kim
bilir?
[1] Mustafa Suphi’nin hayatı ve Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşuna dair kapsamlı eleştirel bir okuma için bkz. Emrah Cilasun, Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını Kim Öldürdü?, Agora Kitap, İstanbul, 2008.
[2] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, İstanbul, 1979, s. 36.
[3] Bob Avakian, Yeni Komünizm, El Yayınları, İstanbul, 2018, s. 75
[4] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, Sol Yayınları, Ankara, 1996, s. 115
[5] 11 Mart 2019’da attığım tvite dair, bir düzeltmeyle, daha doğrusu yoldaşlarımdan gelen bir eleştiriyi sizinle paylaşmak isterim. “Objektif olarak vurgulanması gereken husus şu ki, Maoizmle birlikte komünizmin birinci evresinin kapandığı, bugün Yeni Komünizm’le komünizmin yeni bir evresine geçildiği koşullarda- Kaypakkaya’nın tarihsel olarak değerinin anlaşılması ancak ve ancak Yeni Komünizm’in kavranmasından, anlaşılmasından geçer. Bu, tarihimizin bütün devrimci önderleri için geçerlidir. Velev ki kitleler ‘gerçek İbo’cu’ olsalardı ne olurdu? Esas problem, insanların ‘gerçek İbo’cu’ olup olmamalarında değil –ki Kaypakkaya’dan sonra gelenleri aynılaştırmak doğru olmadığı için, farklılıklar vardır- sorun, ‘Yeni Komünizm’in yeni bir başlangıç noktası olmasıdır. Buradaki hata kitlelerin makul gördüğü hakikatlerden yola çıkmaktır. ‘Ey İbo’cu’ diye yapılan bu vurgu ‘her ne kadar fikirleri provake etmek’ için olsa bile bu tali eğilimden etkilenmektedir.
[6] Şafak, 12 Mart sonrası TİİKP tarafından çıkartılan illegal yayın organıdır.
[7] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 255
[8] “Burada, Uluslararası Komünist Hareket‘de demokrasi hakkında Marx sonrası, derin ve berrak bir anlayışın geliştirilmiş versiyonu için bkz. Bob Avakian’ın, Demokrasi; Neden Daha İyisini Yapamayalım ki?, El Yayınları, İstanbul, 2016.“
[9] “Bkz: http://yenikomunizm.com/secimlerin-dogasi-gorevi-ve-sinirliliklari-hakkinda-bob-avakiandan-seckiler-1”
[10] http://yenikomunizm.com/secimlerin-dogasi-buyuk-meydan-okuma/
[11] Agy.
[12] Yeri gelmişken belirteyim. 60’lar, 70’ler ve 80’lerde sanatıyla devrimi ve devrimcileri canla başla destekleyen babam Ali Haydar Cilasun da maalesef, devrimci fikirlere sırtını dönmüş ve Aleviciliğin, Dersimciliğin, Kürt milliyetçiliğinin palazlanmasında suç ortaklığına dahil olmuştur.
[13] Josef W. Stalin, Bütün Eserleri, c.2, Devrim yayınları, Ankara, 1977. s. 280
Hepsini okudum ama çok azını anlayabildim. Herşeyin son derece anlamını yitirdiği, yozlaşmanın tavan yaptığını söylüyorsunuz. Ortalıkta 30 yıldır gezen ve kendine devrimci diye ünvan veren kişilerin aslında bu sistem var oldukça onun bir parçası haline gelmekten kurtulamayacaklarını ve sisteme entegre olacaklarını ve olduklarını anladım. Demokrasi ile ilgili soykediginiz de çok güzel. Bir sınıfın diğer bir sınıfı ezmesi, ve seçilen sınıfın kapitalist güç kazanması. Doğuştan insanın hakları olan mülkiyet vs. Haklarını gasp edip sana satması.
Anladığım kadarı ile demokraside hiç bir zaman üretim herkes için eşit olmaz sadece ezen sınıfın tekelinde olan bir araç haline gelecektir dediniz. Üretecek sınıfın en yetkili sınıf olması hiç bir ilişkisi temsiliyeti falan olmaması yani sadece işçi diktası olması anlatmak istediğiniz bu model sanırım.
Abi bu söylediklerini hiç biyerde okumamıştım. O zaman sizin demenize göre Türkiye’de ne sol var nede temsilcisi .
İbo dan sonra bitmiştir. Böyle anladım.
Elbetteki kendisi için İbrahim’den sonra kimse kalmamıştır, çünkü 1987’de TKP (M-L)’den kopup o zamanlar İktidara isimli ucuz bir kağıt parçasında Peru Komünist Partisi yalakalığını şaklabanlık düzeyinde yapan (ki şimdilerde bu şahıs güya Avakyan’ın ve DEH’in her zaman “Gonzalo’nun milliyetçiliğine, revizyonizmine vb. karşı savaştığını” iddia ediyor) bu DEH’çi bayların önünde TKP (M-L) diz çökmemiştir. Garezleri bundandır, başka bir şey değil.
Kaldı ki bu bay şimdi Dersimciliğin ve en yoz HDP’cilik üzerinden İbo’culuğu suçladığı Halkın Günlüğü çevresinin dergisi Devrimci Demokrasi’de Mercan Şehitleri’nden Aydın Hanbayat dost için “fokocu, Guevaracı değil, devrimci Komünist” deyip aşiret partisi MKP’ye nasıl yağ çektiğini unutuyor herhalde. Ki bu gazeteden ayrılırken son yazısında da şöyle diyordu (üç aşağı beş yukarı): “Devrimci Demokrasi’den görüş ayrılığım olduğu için ayrılmıyorum, dergi için yazımı yazmak beni miskinliğe itiyor ve sanki başka bir çalışmam yokmuş gibi beni bunlarda alıkoyuyor, çalışmalarımdan uzaklaştırıyor, bu yüzden ayrılıyorum.” Devrimci Demokrasi’nin .pdf taramaları internette vardır, yine eski sitesini de archive wayback machine’den bulabilir, yazılarını okuyabilirsiniz.
İslam’da bir hadis vardır: “Haya imandandır.” Buradaki imanı İslam üzerinden ele alırsak “Tüm Tanrılar’dan kurtulan” (birisi hariç, Avakyan celle celalühu hazretleri!) Emrah bey pek umursamaz, ama bunu Avakyan üzerinden alırsak belki zaafına dokunabiliriz ve Avakyan’a imanın 6 şartını yerine getiren bu mümin kardeşimizden bu erdemi göstermesini umabiliriz ama o erdem yurt dışından turuncu tişörtlerle maval okumakla olmuyor maalesef.
Belki yukarıda İktidara sayfalarında yaptıkları PKP şaklabanlıklarını söylemem zoruna gider, Ali Haydar Akgün’den girer başka bir alandan çıkar biz silahlı ekonomistlerin (!) ama açıkçası söylediklerinin kimse nezdinde bir önemi olmadığının da umarım ki farkındadır. Yoksa Twitter’da “sol muhalif” hesapları takip edip onlarla geyik çevirmek dışında aktif olarak yaptığı pek bir şey yok. Yıllar önce faydalı eserler verdi (bilhassa şu ikisi: “Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya – Bilinmeyen Yazılar” ve “Kırmızı Gül Buz İçinde”) ve bu çalışmalarına saygımız da vardır, bunlar üzerinden hala kendisine de (yaptığı yapıcı olmayan pek bir devrimci (!) çıkışlarla her ne kadar kendi eliyle azaltsa da) saygımız vardır, ama kendisine olan saygımız bu kadarla sınırlıdır.
Bu kadar Avakyan’dan bahsedince yanlış anlaşılmasın, ben DKP’nin tarihinin tümüne karşı olduğum zannedilmesin, aksine Avakyan da tarihte çok faydalı eserler verdi, hala bugün bile Raymond Lotta’ya değer veririm (evet, o da Avakyancı’dır ama ne yaparsın!). Lakin, turuncu renkli kıytırık tişörtler giyip hiçbir şey yapmadan anca maval okuyan bu kişi kültçüler nerede, bir zamanların CIA-FBI raporlarında tehlikesi üzerine söz edilen Devrimci Birlik/Devrimci Komünist Parti, ABD’si nerede.
Neyse, bu DEH’çi baylara denecek söz bellidir: DEH!